Ibn Haldun Kimdir?Tunuslu düşünür, devlet adamı ve tarihçi İbni Haldun... İbni Haldun kimdir? İşte İbni Haldun'un biyografisiEski ve soylu bir ailenin çocuğu olan İbni Haldun 27 Mayıs 1332'de Tunus'ta dünyaya geldi. Gençlik yıllarında dönemin ünlü hocalarından fıkıh, hadis, tefsir, akaid, mantık, felsefe, matematik, tabiat bilimleri, dil bilimleri, şiir ve edebiyat dersleri almıştır. 20 yaşında iken ülke yönetimini elinde tutan Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu lshak'ın katipliğine getirilmesiyle de siyasi hayatı başlamıştır. Bu dönemde Fas Emin Ebu İnan kendisini bilim meclisine kabul etmiştir. 1362 senesinde İspanya'ya giderek eski bir dostu olan Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammed'in hizmetine girmiştir. Bir süre sonra Kuzey Afrika'ya dönerek Bicaye'de başvezirlik makamına getirilmiştir. Bunun yanında ilmi çalışmalarını da devam ettirmiştir. 1366 yılındaki yönetim değişikliği üzerine de görevinden ayrılarak kabileler arasında dolaşmaya başlamıştır. Daha sonra 1374 yılında İspanya'ya geri dönmek zorunda kaldı. Ancak siyasi sürtüşmeler nedeniyle ülkeden çıkarılarak yeniden Afrika'ya gönderildi. Siyasi çalkantılardan bıkıp usanan İbni Haldun, bu dönemde İbni Selame denilen bir kaleye yerleşmiştir. Kendisini bütünüyle ilmi çalışmalara vererek ünlü eseri Mukaddime'yi 1374 senesinde burada tamamladı. 1382 senesinde Mısır'a giderek Kahire'de bulunan medreselerde müderrislik yapmaya başladı. Aynı zamanda Hicaz, Kudüs ve Suriye'ye de seyahatler düzenledi. İbni Haldun 1406 senesinde Kahire'de hayatını kaybetti. Eserleri
0 Comments
28 Temmuz 1165 tarihinde, günümüzde İspanya sınırları içinde kalan Murcia şehrinde dünyaya geldi. Tam adı; Muhyiddin Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabî et-Tâî el-Hâtimî'dir ve Şeyhü'l Ekber unvanı ile bilinir. Endülüs Devleti'nin hüküm sürdüğü İspnya topraklarında doğan İbn Arabi, 8 yaşında ailesi ile birlikte Sevilla şehrine göç etti. Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı. Endülüs'te bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. Şam, Bağdad ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüştü. 1182'de İbn-i Rüşd ile görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnu Rüşd’ün bilgi'nin akıl yolu'yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı. Bu senelerde 'Şekkaz' isminde bir şeyh'le tanıştı. Bu zat küçük yaşlardan itibaren ibadete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayatında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddin o ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183'de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de 'Lahmî' isimli bir şeyhden, bu zatın adını taşıyan bir mescidde Kur'an dersi aldı. 1184-1185'de 'Ureynî' isimli bir şeyh’le tanıştı. Eserlerinde Ondan ilk hocam diye bahseder, çok faydalandığını söyler. 'Ureynî', Ubudiyet [kulluk] meselesinde derin bir bilgiye sahipti. Bu yıllar'da 'Martili' adlı bir şeyhten de istifade etti. Ureynî O’na:’Sadece Allah’a bak’ derken Martilî ‘Sadece Nefsine bak, nefsin hususunda dikkatli ol, ona uyma’ diye öğüt vermişti. Martilî’ye bu zıt önerilerin içyüzünü sordu. Bu zat, kendi nasihatinin doğruluğunda ısrar edecek yerde, ‘Oğlum, 'Ureynî'’nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lazım. Biz ikimiz de, kendi halimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermişizdir’ dedi. Bu yıllarda İşbiliyye’de Kordovalı Fatma adında yaşlı bir kadına (tanıştıklarında 96 yaşındadır) 14 sene hizmet etti. Bu kadın, erkek ve kadınlar arasında müttaki ve mütevekkile olarak temayüz etmişti. Çok iyi bir kimseyle evliydi. Yüzünün İbn Arabi'nin bakmaktan utanacağı kadar güzel olduğu söylenir. 1189'da Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefî adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyye’li olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Camii'nde kılan bu zatın ibadete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayaklarının şiştiği söylenir. Arabi, İşbiliyye’deyken (1190) hastalanıp okuma kabiliyyet'ini kaybetti. İki yıl bu halde kaldıktan sonra 589'da (Hicri) Sebte Şehri'ne giderek orada ahlak makamına erdiğini söylediği İbnu Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliyye’ye döndü. 1196'da Fas’a gitti. Orada yaptığı Seyahatler sırasında büyük şöhret kazandı. 1198'de tekrar Endülüs’e geçti. Gırnata Şehri dolaylarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyaret etti. Onun Tasavvuf yolu'nda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söyler. 1199-1200'de İlk defa Hac için Mekke’ye gitti. Orada [el-Kassar] (Yunus ibnu Ebi’l-Hüseyin el-Haşimi el-Abbasi el-Kassar) isimli bir şahıs'la sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye'de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve "Ruhu’l-Kuds", "Tacu'r-Rasul" adlı eserlerini yazdı. 1204'de Medine, Musul, Bağdad'da bulundu. Musul'da, "et-Tenezzülatu'l-Musuliyye"yi yazdı. Musul’dan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığı Sadreddin Konevî’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken "Risaletü’l-Envar"ı yazdı. Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Sonra Mısır’a geçti. Orada Futuhat-ı Mekkiye'deki sözlerinden ötürü Mısır uleması tarafından hakkında verilen idam fetvasıyla yüz yüze gelince gizlice oradan kaçtı. Tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Bağdad ve Halep’de bir süre dolaştıktan sonra 612/1215 de tekrar Konya’ya geldi. 617 de Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı.Şam'da kendisinin Fütuhat'tan sonra en büyük eseri olarak kabul edilen Fusus'u kaleme aldı (627/1230). İbn Arabi bu eseri rüyası sında Peygamber'den ümmetine aktarmak üzere aldığını belirtir. 638 de 22 R.Evvel’de (1239) Şam'da öldü. Kabri Şam şehri dışında Kasiyun dağı eteğindedir. 1516 yılında I. Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında oraya türbe, camii ve imaret inşa ettirdi. Medfun bulunduğu türbenin kubbesinde -İbn Arabi'nin kendisine ait olduğu iddia edilen- 'bütün yüzyıllar yetiştirdikleri büyük insanlarla tanınır, benden sonraki yüzyıllar benimle anılacak' mealindeki bir beyit yazılıdır. IBN RÜŞD KIMDIR?İbn Rüşt, Maliki mezhebinden fakihler yetiştirmiş bir aileden gelir; dedesi Ebu El-Velid Muhammed (ö. 1126) Murabıtlar hanedanının Kurtuba'daki en yüksek dereceli hakimiydi. Endülüslü-Arap felsefeci, hekim, fıkıhçı, matematikçi ve tıpçı. Kurtuba'da doğdu ve Marakeş, Fas'ta öldü. İbn-i Rüşd'e göre biricik filozof Aristo'ydu. İbn Rüşt, Maliki mezhebinden fakihler yetiştirmiş bir aileden gelir; dedesi Ebu El-Velid Muhammed (ö. 1126) Murabıtlar hanedanının Kurtuba'daki en yüksek dereceli hakimiydi. Babası Ebu El-Kasım Ahmed, aynı makamı Muvahhidler'in 1146'daki hakimiyetine kadar işgal etti. Yusuf el-Mansur'un veziri İbn Tufeyl (Batı'da bilinen adıyla Abubacer) tarafından sarayla ve büyük İslam hekimlerinden, sonradan arkadaşı olacak İbn Zuhr (Avenzoar) ile tanıştırıldı. 1160'ta Sevilla kadısı oldu ve hizmeti boyunca Sevilla, Kurtuba ve Fas'ta bir çok davaya baktı. Aristo'nun eserlerine şerhler ve bir tıp ansiklopedisi yazdı . Eserlerini 1200lerde, Yakob Anatoli Arapça'dan İbranice'ye tercüme etti. Endülüs'ü 12. yüzyılın sonralarında yayılan fanatiklik dalgasıyla, sahip olduğu bağlantılar kendisini siyasî problemlerden uzak tutamamış ve Kurtuba yakınlarında bir yerde tecrit edilmiş ve ölümünden kısa süre önce Fas'a gidinceye dek gözetim altında tutulmuştur. Mantık ve Metafizik alanında verdiği eserlerin çoğu müteakip sansür döneminde kaybolmuştur. İbn-i Rüşd en çok Aristo'nun eserlerinden yaptığı, bugün Batı'da pek çoğu unutulmuş, tercüme ve şerhleriyle ünlüdür. 1150'den önce Avrupa'da Aristo'nun eserlerinin birkaç tercümesinden başkası yoktu ve bunlar da din adamlarınca rağbet görüp, incelenmiyorlardı. Batı'da Aristo'nun mirasının yeniden keşfedilmesi, İbn-i Rüşd'ün eserlerinin 12. yüzyıl başlarında Latince'ye tercümesiyle başlamıştır. İbn Rüşd'ün Aristo üzerine çalışmaları otuz yıllık bir dönemi kapsar ve bu dönem içinde, erişemediği "Politika" dışında bütün eserlerine şerhler yazmıştır. Eserlerinin İbranice tercümeleri de, İbrani Felsefesi üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. İbn Rüşd'ün düşünceleri, Hıristiyan skolastik gelenekten, Aristo'nun mantık çalışmalarına değer veren [Brabant'lı Siger], Thomas Aquinas ve bilhassa Paris Üniversitesi'ndeki diğerleri tarafından özümsenmiştir. Thomas Aquinas gibi meşhur skolastik filozoflar, ona ismi yerine "Şârih" (Yorumcu) ve Aristo'ya da "Filozof" diyerek yüksek derecede önem veriyorlardı. İslam dünyasında bir okul bırakmamış ve ölümü Endülüs'teki serbest düşünce hayatının sonunu işaret etmiştir. Ayrıca Büyük ve Küçük Dolaşımı'nı keşfeden ilk bilim adamıdır. Bilimsel Eserleri•Tehafütü't Tehafüt (Çelişkilerin Çelişkileri / İnsicamsızlığın İnsicamsızlığı),
•Makela fı'l Mizac Gazali Kimdir?İmam Gazali, 1058 yılında Horasan'ın Tus şehrinde dünyaya geldi. İlk öğrenimini Ahmed bin Muhammed er-Razikani’den tamamlamıştır. Buradaki eğitiminin ardından Cürcan şehrine giderek Ebu Nasr el-İsmaili'den dersler almıştır. Daha sonra 28 yaşına kadar Nişabur Nizamiye Medresesi’nde eğitim görmüştür. Bu dönemde itikadi düşünce olarak Ebü'l Hasan Eş'ari’den, ameli görüş olarak ise Şafii'den etkilenmiştir. Hocası İmam-ı Harameyn lakaplı Abdülmelik el-Cüveyni 1085 yılında vefat edince Nişabur’dan Büyük Selçuklu Devleti’nin veziri Nizamülmülk’ün yanına gitti. Bir toplantıda verdiği cevaplarla diğer bilginlerden üstünlüğünü kanıtlayarak 1091 yılında Bağdat’taki Nizamiye Medresesi'nin Baş Müderrisliği’ne tayin edildi. Burada kısa zamanda büyük bir saygınlık kazanan Gazzali Sufizm'e yönelerek bu alanda yoğunlaştı. Bu ilgi ve hac arzusuyla medresedeki görevini bırakarak 1095 yılında Bağdat'tan ayrıldı ve Şam'a Şam'da iki yıl kaldıktan sonra 1097 yılında Hac'a gitti. Hac sonrası Şam'a döndü ve buradan Tus'a geçti. Şam ve Tus'ta bulunduğu sürede uzlet yaşamı sürdü ve tasavvuf alanında ilerledi. 1106 yılında Nizamülmülk’ün oğlu Fahrülmülk'ün ricası üzerine Nişabur Nizamiye Medresesinde tekrar eğitim vermeye başladı. Kısa zaman sonra Tus'a dönerek yaptırdığı Tekke'de müritleriyle birlikte Sufi yaşamı devam ettirdi. İmam Gazali 1111 yılında doğum yeri olan İran'ın Tus şehrinde hayatını kaybetti. Gazzali'nin yaşadığı dönemde İslam aleminde siyasi ve fikri büyük bir karmaşa hakimdi. Bağdat’ta Abbasi halifelerinin gücü zayıflamasına karşın Büyük Selçuklu Devleti’nin sınırları genişliyor ve nüfuzu artıyordu. Melikşah’ın veziri Nizamülmülk savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, ilim meclisleri denilen tartışma ortamlarını ve medreseleri açıyordu. Bu dönemde Mısır tahtında Şii-Fatımi hanedanı vardı. Avrupa’da ise Endülüs Emevi Devleti gerilemekteydi. İlk Haçlı Seferi de Gazzali döneminde yapılmıştır. 40 yaşındayken Antakya Haçlılar tarafından kuşatılmış bir sene sonra da Kudüs ele geçirilmiştir. Öte yandan Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam da Gazzali ile aynı dönemde yaşayan tanınmış kişilerdir. öğrenme merakı onun çok sayıda dini ve fikri akımları araştırmasına sebep oldu. Yaşadığı dönemde hakikati bulmak isteyen insanların dört kısıma ayrıldığını ve her birinin hakikati kendi yolunda aradığını gördü. Bunlar; felsefeciler, kelâmcılar, sûfiler, bâtınîlerdi. Hepsinin görüşlerini inceleyerek; kelâm, felsefe ve Bâtınîlik yolunu kitaplarında ayrıntılarıyla anlattı ve sufilerin yolu olan tasavvufa yönelerek hakikati bu yolda aradı. Gazzali geçirdiği bu süreci El-Münkız Mine'd Dalal adlı kitabında şöyle anlatır; ''Gençliğimden itibaren 50 yaşımı aştığım bu ana gelinceye kadar, bu engin denizlerin derinliklerine dalmaktan hiç geri durmadım. Coşkulu denizlere çekingen korkaklar gibi değil, cesur kimselerin dalışı gibi daldım, gördüğüm her meselenin üzerine atladım. Her zorluğun içine apansız girdim. Her fırkanın inanış ve fikirlerini inceliyor, her grubun tuttuğu yolun inceliklerini ortaya çıkarmaya çalışıyordum. Araştırdığım fırkaların hak veya batıl, sünnete uygun veya bidat sahibi olmaları konusunda ayrım yapmıyordum. Bâtınîlik yolunu tutmuş her fırkanın, bu düşünceyle ne hedeflediklerini öğrenmeye çalıştım. Zâhirîlik yolunu tutmuş olanların, bununla neler elde ettiklerini ortaya çıkarmaya gayret ettim. Felsefe yolunu tutmuş olanların, sahip oldukları felsefeyi bütün esaslarıyla öğrenmeye özen gösterdim. Hiçbir kelâm âlimini dışarıda bırakmadan kelamdaki yöntemini ve mücadelesini öğrenmeye çaba gösterdim. Bütün gücümle ne kadar sufi var ise onun sufiliğindeki sırları öğrenmeye, ne kadar abid var ise bu ibadetleriyle neler kazandığını araştırmaya çalıştım. Bütün zındıkların, Allah’ın varlığını ve sıfatlarını kabul etmeyenlerin, bu inanış veya inkarlarının arkasında yatan sebepleri titizlikle araştırdım. Her şeyin hakikatini öğrenmeye karşı duyduğum susamışlık; baştan ve gençliğimden beri tuttuğum yol ve benim bir hasletim olmuştur. Bu hasletler, Allah tarafından benim yaratılışıma ve hamuruma katılmış özelliklerdir; benim seçimim ve tercihim değildir. Bunun sonucunda çocukluğumun coşkulu çağlarından itibaren taklit bağlarından sıyrıldım ve büyüklerimizden miras kalan sırf taklide dayalı inanç esaslarından koptum. Çünkü Hristiyan çocuklarının hepsi bu din üzere yetiştiklerini, Yahudi çocuklarının sürekli bu dinin esaslarına göre büyüdüklerini, Müslüman çocuklarında istisnasız İslam dini üzere yetişmekte olduklarını görmekteydim. Yaratılıştan gelen asli hakikati ve ana baba ile hocalar aracılığıyla kazanılan sonraki inanç esasları ve taklit unsurlarının hakikatini öğrenme konusunda içimde büyük bir istek oluştu. Taklit, başlangıçta birtakım telkinlere dayanmaktaydı. Bunların da hangilerinin hak ve batıl olduğu konusunda görüş ayrılıkları bulunmaktaydı. Kendime şöyle dedim: Benim istediğim, her şeyin gerçek yüzünü öğrenmektir. Öyleyse önce bilginin gerçek yüzünün ne olduğunu öğrenmekle işe başlamam gerekir.'' İmam Gazali'ye göre o dönemde İslamiyet'in birliğine kötü anlamda doğrudan etki edecek fikirler hızla yayılıyor, bir taraftan Yunan felsefesi ile İslam inancını yeniden yazmaya çalışan filozoflar, diğer yandan Kuran'ın apaçık ayetlerini karanlık ve gizemli tefsirlere konu yapan Batıniler, İslam dinine ve Ehl-i sünnet itikadının bütünlüğüne büyük zarar veriyordu. Batınilik, Gazzali’nin döneminde ortaya çıkmış ve Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk bu görüşün üyeleri tarafından öldürülmüştür. Gazzali bu dönemde Ehl-i Sünnet dışı grupların görüşlerine karşı reddiyeler yazarak mücadele etmiş, Mu'tezile ve Batınilik'e karşı altı tane eser yazmıştır. Felsefeye karşı verdiği mücadele ile İslam dünyasında felsefi düşüncenin gelişmesini önlediği düşünülmektedir. Yunan felsefesine karşı yazdığı reddiyeler sonucunda İbn-i Rüşd, İbn-i Tufeyl ve İbn-i Bacce gibi düşünürler felsefeyi ona karşı savunma ihtiyacı duydular. Gazzali felsefecilerle tartışmış, sert eleştirilerini reddiyeler şeklinde yazarak Aristoteles, İbni Sina ve Farabi’nin üzerine yöneltmiştir. Gazzali'nin felsefeye yönelik olumsuz tutumuna karşın mantığın birçok yanını İslam din bilimlerine sokmada önemli katkısı olmuştur. Gazzali İslam inanç felsefesi olan Kelam'ın daha çok akaid kısmına önem vermiş ve akıl yerine sezgiyi ön planda tutmuştur. Mantık ve münazara ilkelerini kullanmıştır. Bunun yanında tasavvufa yönelerek akılın yerine mükaşefeyi koymuştur. Sûfizm ve Şeriat alanında büyük rol oynamış, Sufizm kavramını şeriat yasaları ile birleştirmiş, eserlerinde tasavvufu ilk olarak teorik anlamda açıklamıştır. Çalışmalarında Ehl-i Sünnet görüşünü benimsediği ve diğer görüşlere karşıt olduğu da söylenebilir. Gazzali Ortaçağ Müslüman ve Hristiyan filozoflarını büyük ölçüde etkilemiş, çalışmaları İslam dünyasında Avrupalı bilginlerin dikkatini çeken ilk şey olmuştur. Aziz Thomas Aquinas bunlardan biridir. Gazzali'nin etkisi Aquinas’ın Hristiyan teolojisi ile ilgili çalışmalarıyla karşılaştırılsa da ikisi arasında metot ve inanç bakımından bazı büyük farklılıklar vardır. Gazzali Müslüman inancına sahip olmayan düşünürleri ve onların fikirlerini reddeder. Aquinas ise Yunan-Latin etkilerini çalışmalarında göstermiş ve bütün herkesi kucaklamıştır. Gazzali’nin kitapları birçok Batı diline çevrilmiştir. Eyyühe'l Veled adlı kitabı UNESCO tarafından 1951 yılında Fransızca'ya, İngilizce'ye ve İspanyolca'ya tercüme edilmiştir. Gazali ve TasavvufGazzali'nin doğduğu ve büyüdüğü yer olan Tus, o dönemde büyük bir tasavvuf merkezi olarak görülüyordu. Gazzali'nin öğrencilik hayatında tasavvuf geri planda kaldı. Geçirmiş olduğu ruhsal bunalım sonrasında tasavvufa yöneldi. Hocası Ebu Ali Farmedi'den dersler alarak, tasavvuf konusunda icazet aldı. Gazzalî’ye göre tasavvuf, insanın manevi hastalıklarından kurtulmasında en önemli etkendir. Kimya-i Saadet adlı eserinde şöyle der: ''Beden kalbin ülkesidir. Bu ülkede kalbin birçok askeri vardır. Kalb ahiret için yaratılmıştır. Allah’ı tanımak ise onun yarattıklarını bilmekten geçer. İnsanın bâtınında olan sıfatların genel hayvanlara, bazısı yırtıcı hayvanlara, bazısı şeytanlara ve meleklere ait olan sıfatlardır. İnsan bunların hangisinden olduğunun farkına varmalıdır. Çünkü insan bunları bilmezse doğru yolu bulamaz. Bu saydığımız sıfatların her birinin gıdası farklıdır. Hayvanın gıdası yemek, uyumak ve çiftleşmektir. Yırtıcı hayvanların gıdası mutluluğu da parçalamak, saldırmak ve öldürmektir. Şeytanların gıdası ise aldatmak, hile ve kötülük yapmaktır. Meleklerin gıdası ise Allah’ın cemalini müşahade etmektir. Hırs, hayvan ve yırtıcı hayvan sıfatları melekliğe çıkan yol değildir. Eğer sen aslında melek cevheri isen Allah’ı tanımaya uğraş ve kendini o cemali müşahade edecek hale getir. Kendini öfke ve şehvetin elinden kurtar ve bu hayvan sıfatlarının sende niçin yaratıldığını anlamaya çalış.'' EserleriGazzali'nin, risale ve reddiyeleri ile birlikte 500'e yakın kitap yazdığı hakkında bilgiler vardır. Mısırlı bilim adamı Abdurrahman Bedevi yapmış olduğu araştırmalara göre, Gazzali'nin 457 adet kitap yazdığını belirtir. Ancak günümüze sadece 75 eser ulaşabilmiştir.
İbn-i Sina Kimdir?İbn-i Sina, 980 yılında, Özbekistan’ın Buhara şehri yakınlarındaki Afşana kentinde doğdu. Babası Abdullah, Samani İmparatorluğu’nun önemli şehri Belh’ten gelen saygın bir bilim adamıydı. Buhara’da iyi bir eğitim aldı. Olağanüstü bir bellek ve üstün bir zekaya sahipti. 14 yaşına geldiğinde öğretmenlerini geçmeye başlamıştı. 16 yaşında tıbba başladı ve tıpla ilgili bilgileri öğrenmekle kalmayıp yeni tedaviler de geliştirdi. 19 yaşında doktor unvanı elde etti ve ücret almadan hastaları tedavi etmeye başladı. İbn-i Sina ilk defa 997 senesinde tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı Emir’in yanında çalışmaya başladı. Bu hizmetinin karşılığında ödül olarak Samanilerin resmi kütüphanesinden dilediğince yararlanmaya başladı. Kütüphanede kısa süre sonra bir yangın meydana geldi ve düşmanları onu bilerek kundaklama yapmakla suçladı. İbni Sina, 22 yaşında babasını kaybetti. 1004 yılında Samani Hanedanı sona erdi. Gazneli Mahmud’un teklifini geri çevirdi ve batıya, Ürgenç’e gitti. Buradaki vezir bilim dostuydu ve ona küçük de olsa bir maaş bağladı. Yetenekleri için kullanma sahası arayan İbn-i Sina, Merv’den Nişabur’a ve Horasan sınırlarına kadar bölgeyi adım adım dolaştı. Kendisi de şair ve bilim adamı olan ve İbn-i Sina’ya sığınak sağlayan hükümdar Kâbus, çıkan bir ayaklanmada hayatını kaybetti. Bu arada İbn-i Sina, şiddetli bir hastalığa yakalanmıştı. Hazar Denizi kıyısındaki Gorgan’da eski bir arkadaşına rastladı ve onun yanına yerleşti. Bu kentte mantık ve astronomi dersleri vermeye başladı. Kanun kitabının başlangıcı da bu döneme rastlar. İbn-i Sina, bir süre sonra Rey’de ve Kazvin’de çalışmaya başladı. Bu arada yeni eserler yazdı. İsfahan valisinin yanına yerleşti. Bunu öğrenen Hamadan emiri İbn-i Sina’yı yakalattı ve hapsetti. Savaş sona erdikten sonra Hamadan emirinin yanında çalıştı. Kısa süre sonra kardeşi, iyi bir öğrencisi ve iki köleyle birlikte kılık değiştirip şehirden kaçtı. Tehlikeli bir yolculuktan sonra çok iyi karşılandıkları İsfahan’a ulaştı. İbn-i Sina’nın kalan 10 ya da 12 yılı Ebu Cafer’in hizmetinde geçti. Burada doktor, bilim danışmanı olarak çalıştı ve hatta savaşlara bile katıldı. Bu yıllarda edebiyat ve filoloji ile uğraştı. Bir Hamedan seferi sırasında şiddetli bir kolit atağına yakalandı. Hamedan’a vardığında önerilen tedavileri uygulamadığı için. 1037 Haziranında Ramazan ayında 57 yaşında öldü. Ölüm döşeğindeyken tüm mallarını yoksullara bağışladı, kölelerini azat etti. Kabri Hamedan’dadır. İbn-i Sina’nın Eserleriİbn-i Sina’nın 276 eseri olup, bu eserler arasında en önemli olanlar:
Asıl adı François Marie Arouet (1694-1778) olan düşünür, yazılarında Voltaire takma adını kullandığı için daha çok bu adla anılmıştır. Çok yönlü bir kalem insanıydı; filozof, tarihçi, oyun yazarı, roman yazarı ve şair kimliğiyle bilindi. Tüm bu alanlarda yoğun biçimde yazmış, toplu yapıtları yetmiş cildi bulmuştur. Onu aydınlanma döneminin bir tür hümanisti olarak görebiliriz. Aydınlanmanın temel idelerini toplumdaki farklı insan gruplarına, farklı biçemler içindeki yazılarıyla kolayca ulaştırarak aydınlanma tinini en iyi temsil eden düşünürlerden biri olmuştur. Paris’de Louisele Grand Jesuit kolejinde eğitim gördü. 1726’da İngiltere’ye giderek 1729’a dek orada kaldı. Locke ve Newton’un yazılarıyla tanıştı. Felsefi Mektuplar’ında açıkça görülebildiği gibi, İngiltere’deki göreli özgürlüğe hayran kaldı. 1934’de Cirey’e gitti ve orada Metafizik Üzerine İnceleme adlı yapıtını yazdı. Candide 1759’da, Hoşgörü Üzerine İnceleme 1763’de, Felsefe Sözlüğü 1764’te, Bilgisiz Filozof 1766’da, Tanrıtanırcıların İnanç Bildirimleri 1768’te çıktı. 1778’de oyunu İrene’in ilk sahnelenişinde bulunmak üzere Paris’e gitti. Oyun büyük başarı kazandı. Filozof kısa süre sonra Paris’te öldü. Voltaire, Fransız Aydınlanması’nın en önemli filozoflarının başında gelir, hatta Aydınlanma hareketinin babası olarak değerlendirilir. O, zamanının toplumsal, dini, politik ve kültürel koşullarını radikal bir biçimde eleştirmiş, bir tür ampirik felsefe yardımıyla gerçekleşecek reformların başlaması için sergilediği büyük çabayla, Aydınlanmanın babası olarak görülür. Aklın egemenliği olarak tanımladığı ilerleme idesinin en önemli temsilcilerinden olan, ilerlemeden daha ziyade entelektüel, bilimsel ve iktisadi ilerlemeyi anlayan Voltaire, bilimsel ve iktisadi ilerleme için kaçınılmaz olduğunu düşündüğü toleransın savunuculuğunu yapmış, temelde düşünce ve ifade özgürlüğüyle özdeşleştirdiği politik özgürlüğün yılmaz bir savunucusu olmuştur. Tıpkı kendisine büyük bir hayranlık beslediği Locke gibi, devletin öncelikle insan haklarına saygı göstermesi gerektiğini öne sürmüştür. 18. yüzyılın diğer Fransız philosopheları gibi, birinci sınıf ve özgün bir filozof olmanın ötesindedir. Bu yüzden, felsefi anlamda her zaman çok tutarlı görüşler geliştirdiği pek söylenemez. Bir yandan “düşünen madde” hipotezine başvurur ve sıkı bir materyalizme bağlanırken, diğer yandan Tanrının varlığını kanıtlamaya dönük argümanlar geliştirir. Despotizmden nefret etmekle birlikte, politik anlamda demokrat biri olmayıp, filozofların etkisiyle aydınlanmış bir monarkın adil ve haksever yönetimini tercih eder. Bu özellikleriyle Fransız Aydınlanması’nın hâkim kişiliği, Aydınlanma düşüncesinin bir pratogonisti haline gelen Voltaire, Fransız monarşisiyle kiliseye açtığı savaş yanında, esas din ve Hıristiyanlık konusundaki görüşleriyle tanınır. Tommaso Campanella (1568-1639) Güney İtalya’da doğdu ve küçük yaşlarda Dominiken mezhebine girdi. Erken yaşlardan itibaren Aristoteles muhalifi oldu. Bernardino Telesius’un empirizmine bağlandı ve bilginin temelde duyum olduğunu ve her şeyin doğası bakımından duyuma sahip olduğunu öne sürdü. Ona göre, felsefi bilgi ve her türden bilim, yalnızca duyumun farklı biçimleridir. Doğa aynı zamanda Tanrının bir görünümüdür. İnanç ise bir bilgi biçimidir. Aristotelesçiliğe ve resmi kilise öğretilerine karşı aldığı düşmanca tavır ve devlet yapısının değiştirilmesi konusundaki görüşleri nedeniyle yargılanmış, 27 yılını hapislerde geçirmiş, yine de düşünce ve inançlarından ödün vermemiştir. Biz burada, toplum düşüncesi bakımından onun Güneş Ülkesi adlı yapıtı üzerinde duracağız. Bu yapıtta şiddetten, baskıdan, düzensizlik ve akıl dışılıklardan arınmış, eşitlik ve sosyal adalet ilkelerini gerçekleştirmiş, doğa ile uyum içinde olan ideal bir toplum düzeni betimlenir. Bu toplum düzeni, Tanrının içkin sanatçılığı ve bilgeliğini yansıtmaktadır. Yapıt, Colomb’un keşif gezilerine katılmış Cenovalı bir kaptanla Ospitalario adlı kişi arasında geçen şiirsel bir konuşmadır. Campanella kendi döneminin toplumlarını, doğal yaşamdan tümüyle uzaklaşarak, adaletsizliğin ve mutsuzluğun labirentine dönüşmüş gördüğü için bir ütopya yazmak gereğini duymuştur. Onun düşündüğü, politik olarak düzenlenmiş bir toplumdur; tüm bireysel parçaları, toplumsal bütünlük ile uyumlu olan, parçanın bütünde, bütünün parçada birbirini tamamladığı ve tanımladığı bir ideal siyasal birlik olarak bir devlet her şeyden önemli görünmektedir. Bu devlet ve toplum idealini Güneş Ülkesi adı verilen yerde gerçekleşmiş olarak düşünür. Burası Seylan’a bağlı Topraban adasındadır. Güneş Ülkesi iklim bakımından insan sağlığına uygun olan bir coğrafyada kurulmuştur ve iç içe sıralanmış daire biçiminde duvarlarla korunmaktadır. Sayıca yedi olan dairesel duvarlar arasında çeşitli yerleşim alanları oluşturulmuştur. Bu ütopik devlet, komünizm benzeri bir yapı sergiler: Özel mülkiyet yani mal mülk ve kazanç ayrımı yoktur. Tüm kazanımlar herkesindir ve bu bağlamda devletindir. Tüm yapılanlar devlet ve toplum adına yapılır. Bu ülkenin dünya görüşünde bilim ve felsefe egemendir; yaşama biçiminin ve devlet yönetiminin temelinde bilgi ve bilimsel aydınlanma yatar; doğayla uyumlu bir bilimsel gelişme öngörülür. Oysa çağımızda bilim ve teknoloji doğa için bir tehdit haline gelmiştir. İnsanlar arasındaki biricik ayrım bilgi bakımındandır; bilgi üstünlüğüne göre çeşitli görevlere getirilirler. Görevlerini en iyi yapanlar toplum katında daha itibarlı duruma gelirler. Devleti yönetenler kuramsal bilgileri bakımından da pratik bakımdan da iyi yetişmiş kimselerdir. Güneş Devletinin başında hem filozof hem de rahip kimliği olan bir hükümdar bulunmaktadır. Ülkenin en bilge insanıdır ve görevini ölünceye dek sürdürebilir ama kendisinden daha bilge biri çıkarsa yerini ona bırakmak zorundadır. Felsefeci ve din adamı kimliğine uygun olarak Metafizikçi ya da Başrahip adlarıyla anılan bu en üst yönetici, güç, bilgelik ve sevgi edimlerini kişiliğinde birleştirmiştir. Üç yardımcısı da Güç, Akıl ve Sevgi adlarını taşırlar. Güç, savaş barış ve askerlik ile ilişkili işleri yönetir. Bilim dalları, bu bilim dallarında çalışan araştırmacılar, tüm meslekler ve mesleki işler, Aklın görev alanı içinde yer alırlar. Bilimlerin başındaki uzmanlar onun buyruğu altındadır. Bütün bilimler Bilgi adı verilen tek bir kitapta şaşırtıcı bir açıklıkla özetlenmiştir. Sevgi ise ülkede sağlıklı kuşaklar yetiştirilmesi görevini üstlenmiştir. Eğitim öğretim işlerinin düzenlenmesi de onun sorumluluğundadır. Bu ülkede More’un yaklaşımına karşıt olarak aile ve evlilik kurumları yoktur. Sağlıklı ve birbirine uygun bireyler devlet izniyle birlikte olup sağlıklı çocuklar dünyaya getirirler. Sevgi, tüm sağlık konularını titizlikle izler ve düzenler. Yaşam da dâhil her şey ortaklaşadır. Tüm çocuklar devletindir ve devlet tarafından büyütüp eğitilirler. Kamuya ait evlerde yaşarlar, kadınlara ve erkeklere ayrılmış kısımlarda hemcinsler olarak yatarlar. Söz konusu evlerde uzun masaların çevresine oturarak hep birlikte karınlarını doyururlar. Ülkede tümüyle komünal toplulukçu bir yaşam söz konusudur. Hiçbir kimsenin hiçbir şeyi olmaması temel ilkedir. Çünkü bir şeylere sahip olmak bencilliği körükleyecek insanda her şeyden önce bulunması gereken yurt sevgisini azaltacaktır. Matematik ve doğal bilimler temeli üzerine oturtulmuş olan eğitim öğretim her aşamada zorunlu tutulmuştur. Öğrenciler yeteneklerine bağlı olarak farklı meslekler için özel eğitim alırlar ve herkes yeteneklerine göre bir işe yerleştirilir. Hiçbir konu rastlantıya bırakılmaz. Spor eğitimi açık havada gerçekleştirilir. Çocukların ve yetişkinlerin eğitim almasının en ilginç yolu, kent duvarlarına çizilmiş olan resim ve şekillerin sürekli önlerinden geçildikçe izlenmeleri ve algılanmaları yoluyla olur. Duvarlarda sanatsal resimlerin yanı sıra, temel ansiklopedilerin içerdiği tüm bilgilerin resmedilmiş biçimleri bulunur. En iç duvardan en dış duvara doğru ve küçükten büyüğe doğru her bir duvara bir gezegen resmi çizilerek, bunların tanınmaları ve öğrenilmeleri sağlanmaktadır. Duvarlar ayrıca bir tiyatro sahnesi görevi de görmektedir. Küçük çocuklar alfabeyi, okuma yazmayı ve daha başka pek çok bilgiyi bu duvarlar üzerindeki çizimlerden salt bir oyun oynar gibi öğrenirler. Eğitim süreçlerinde çeşitli aletlerden de yararlanılır ve oldukça ileri eğitim yöntem ve teknikleri önerilir. Ülkede çarşı pazar alışverişi ve para bulunmaz. Lüks tüketim de dâhil her şey devlet tarafından karşılanır ve kişilere doğal bir hak olarak dağıtılır. Yine de yabancılardan bazı şeyler almak için ülkenin belli bir parası vardır. Günlük çalışma 4 saatle sınırlıdır. Bu süre Platon’da 8, More’da 6 saatti. Ülkede insanlar çok çalışkan ve verimli oldukları için 4 saatlik bir çalışma yeterlidir. Tembellik en büyük etik değersizliktir ve cezalandırılır. Çalışma dışındaki vakitler bireysel gelişimi amaçlayan etkinliklere ayrılmıştır. Ülkede herkes gereksediğini ve hak ettiğini elde eder. Kimse başkasının durumuna ya da konumuna göz dikmez. Her konuda temel ölçüt toplumun iyiliğidir. Bu şekilde hem birey hem de toplum mutlu olur. Campanella’nın bu görüşleri geliştirirken dönemin koşullarından etkilendiği anlaşılmaktadır. O dönemin İtalyan Kent devletlerinde kalabalık kitleler ağır işlerde ezilirken bir avuç aristokrat aylaklık içinde soysuz bir hayat sürmekte, sonuçta her iki kesim de mutsuz olmaktaydı. Oysa Güneş Ülkesinde herkesin işi vardır, iş yükü ağır değildir ve kalan süreler bedeni ve ruhu geliştiren uğraşlara ayrılmıştır. Campanella yasal eşitlik ilkesi üzerine sınıfsız bir toplum modeli önerse de devletin başında görev ve yetkileri mutlak bir monark bulunur. Bu, bir tür evrensel papalık monarşisi olarak yorumlanmıştır. Çünkü bu ideal toplumun dinsel tercihi Hıristiyanlıktır ve bireylerin içtenlikli ve saf bir dinsel eğitim almaları önemsenmektedir. Yurttaşlar, her şeyin ortaklığını savunan havarilerin yaşamlarını örnek alırlar. Yine de bu toplumda bilimsel aydınlanma ve bilgiye verilen yüksek değer, More’un Ütopyasına göre daha dikkat çekicidir. Adeta bir bilgi toplumu yaratılmak istenmiştir. Campanella’nın More’dan bir yüzyıl sonra yazmış olması ileri Rönesans yüzyıllarında bilgiye ve bilimsel ilerlemeye verilen değerin bir yansımasıdır. More, Ütopya’sında daha çok toplumsal koşulların iyileştirilmesiyle ilgilenmekteydi. Campanella ise adı gibi aydınlık olan ülkeyi bilgi ve bilimin aydınlatmasını istemiştir. Bu istem Francis Bacon’un Yeni Atlantis’inde doruk noktasına ulaşacaktır. Rönesans döneminde insanların nasıl bir toplum düzeninde yaşamaları gerektiği konusunda yoğun bir arayış dikkati çeker. Ortaçağın bireysel özgürlükleri kısıtlayan teolojik yapısı insanları nefes alamaz duruma getirmişti. Dünyevi zenginliklerin bir avuç feodal aristokratın elinde toplanmış olması, birçok insanın onların topraklarına bağımlı yarı köle biçiminde yaşamaları ve emeklerinin karşılığını alamamaları, toplumsal huzursuzlukları her geçen gün artırmaktaydı. Böyle bir ortamda insanların hak arayışları, bireysel özgürlük, toplumsal adalet ve eşitlik istemleri gün yüzüne çıktı. Bu dönem aynı zamanda toplumsal savaşımların da yoğun biçimde yaşandığı bir dönemdi. Özgür ve adil bir toplum düzeni arayışına bazı aydın yazarlar ve iyi niyetli aristokratlar da kuramsal destek sağlamaktaydı. Sonuçta ortaya öncelikle ütopik toplum düzenleri öneren çalışmalar çıktı. Bu bölümde, bunlardan en bilinenleri ele alınacaktır. Thomas More (1478-1535) hümanist bir İngiliz düşünürü ve bakanlığa kadar yükselmiş bir devlet adamıdır. Katolik olması nedeniyle, VIII. Henri’nin eşinden boşanıp ikinci bir evlilik yapmasına adalet bakanı olarak izin vermemiş, bunun üzerine vatana ihanet suçuyla 1535 yılında idam edilmiştir. 1516 yılında yayınladığı Ütopia adlı yapıtıyla kalıcı bir ün sağlamış, adı bu yapıtla adeta özdeşleşmiştir. Ütopya teriminin etimolojik anlamı; Grekçe ‘ou,’ yani ‘olmayan,’ ve ‘topos’ yani ‘yer’ sözcüklerinden gelir. Bu ikisi birleşince ‘olmayan yer’ anlamı çıkar. More’un yapıtına göre bu isimde bir imgesel ülke olsa da bu ülkenin toplum ve devlet modeli gerçekten olamayan, yani ütopik bir modeldir. Yapıtta tümüyle kamumalcı, sosyalizm benzeri bir toplum yapısı betimlenmeye çalışılmıştır. Ütopik devlet modelinin ilk örneklerinden biri, hatırlanacağı üzere, Platon’un Devlet adlı yapıtında verilmekteydi. Bu yapıtta üç sınıfı bir toplum yapısı önerilmekte, bunlardan yönetici ve asker sınıf için sosyalizm benzeri bir düzenleme düşünülmekteydi. Halk tabakası ise kendi haline bırakılmaktaydı. Yönetici ve koruyucu sınıfların mülk edinmeleri yasaklanmakla birlikte emekçi sınıfı mülk edinebilmekteydi. Yönetici sınıfın aile kurması yasaktı ama halka aile kurma izni de tanınmıştı. Asker sınıfın evlilikleri ise denetime tabiydi ve çocukları ellerinden alınmakta, devletin belirlediği bakıcılar tarafından büyütülmekteydi. Platon’a göre, özel mülkiyet ve aile düzeni insanların genel ahlakını bozduğu için yönetici sınıftakilerin bunlardan uzak durması gerekmekteydi. Ancak bu şekilde kendilerini devlet işlerine verebilir, devletin güvenliği, gelişimi ve mutluluğu ancak bu şekilde sağlanabilirdi. Görüldüğü gibi, Platon’un belirlediği toplum ve yönetim biçimi toplumun iki üst sınıfını içine alan bir sosyalizm ütopyasıydı. Thomas More ise tümüyle sınıfsız bir toplum düşünerek sosyalist yapıyı toplumun tüm katmanlarına yaymıştır. Toplumda eşitlik ilkesi egemendir. Çünkü toplumun mutluluğunu gerçekleştirmenin tek yolu eşitlik ilkesinin uygulanmasıdır; mal mülkün tek tek kişilerde toplandığı, mülkiyetin tek kişi için hak sayıldığı yerlerde eşitlikten söz edilemediği gibi gerçek bir toplumsal huzur ve refah da bulunmaz. Bunun için ülkenin zenginliklerinin insanlar arasında adilce bölüştürülmesi ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerekir. Ütopia’daki toplum betimlemesi bu esasa dayanır. Bu devlette sosyal adalet ve eşitlik ilkesi adına özel mülkiyet yasaklanır. Eşitlik ilkesi her alanda eşit bir biçimde uygulanır. Buna göre her şey kamunundur; kamu adına devlet tarafından yönetilir ve denetlenir. Toplum yapısının temel ünitesi ailedir ve aileler her bakımdan birbirlerine eşit düzeydedirler. Oturdukları evler tümüyle birbirine benzer, bu evleri on yılda bir değiştirmek zorundadırlar. Evlerin kapıları kilitlenmez çünkü hırsızlık yapmayı gerektiren bir durum yoktur. Bu toplumda para ve altın kullanımı yasaktır. Lazımlıklar ve kölelerin zincirleri altından yapılır; bu şekilde herkesin altından nefret etmesi sağlanır. İnci ve elmas ise küçük çocuklar için süsleme gereci görevini görür, büyükler için hiçbir anlam ifade etmezler. Ütopia’da tarım birincil ekonomik etkinliktir. Her aile iki yıl boyunca kırsal kesimde kalarak yoğun bir biçimde çiftçilik yapar. Kırsal kesimde aileler sayıları kırk kişiyi bulan çiftlik evlerine dönüşürler, bu ailelerde iki köle bulunur. Aileyi yaşlı ve bilge bir kadın ve erkek yönetir. Bu görev bir tür askerlik görevidir. İki yılı tamamlayan aileler yaşadıkları kente ve eski işlerine dönerler. Ağır ve pis işleri köleler yapar. Köleler ya savaş esirleri ya da ağır suç işleyip cezasını çeken kişilerdir. Ütopya’da kölelerin bulunması mutlak eşitlik ilkesini zedeler gibi görünmektedir. Thomas More bile, bu insanlık ayıbını zihinsel düzeyde bile olsa aşmayı başaramamıştır. Ütopya’da lüks üretim yasaktır. Sadece evli kadın, evlenmemiş kadın ve evli erkek, evlenmemiş erkek kategorileri vardır. Aile düzeni ataerkildir. Evlenen erkekler baba evinde kalıp baba tarafından yönetilirler. Çok genişleyen ailelerin çocukları başka ailelere aktarılır. Evlenmelerde erkeğin de kadının da bakir olması aranır. Eğer bu koşul gerçekleşmezse ilgili kişi cezalandırılır. Eş adayları evlenmeden önce birbirlerini yakından görür ve tanırlar. Eşlerden birisinin ötekini aldatması ve şiddetli geçimsizlik boşanma nedenidir. Boşanmada suçlu görülen taraf yeniden evlenemez. Yasal çalışma süresi altı saat olarak belirlenmiş, çalışma süresi dışındaki saatler kültürel ve estetik gelişime yönelik etkinliklere ayrılmıştır. Akşam yemeğinden sonra bir saat oyun oynanır. Gece sekizde yatılır, uyku saati sekiz saattir. Sabahın erken saatlerinde konferanslar verilir. Ancak bunları dinlemek zorunlu değildir. Önemli olan boş gezmemek, yararsız iş yapmamaktır. Devlet yöneticileri bilge kişiler arasından seçimle iş başına gelirler. Bunların başındaki yönetici yaşam boyu görevinde kalır, sadece despotluğa doğru gittiği anlaşılırsa görevinden alınabilir. Hükumet temsili bir demokrasidir. Doğrudan seçim sistemiyle kurulur. Ülkede özel bilimsel bilgiye sahip kişiler bilim insanı olarak seçilirler ve bilgileri yeterli bulunduğu sürece sadece bu işi yaparlar. Kentler çok büyüdüğünde belli bir nüfus başka kente gönderilir. Tüm kentler kalabalıklaştığındaysa yeni kentler kurulur. Hâlihazırda 54 kent olduğundan söz edilmektedir. Bu kentlerdeki hastanelerde hastalar tedavi edilir, amansız hastalıklarda hastaya intihar önerilir, kabul etmezse bakımı özenle sürdürülür. Ütopya’da farklı dinlere inanan kişilere hoşgörüyle yaklaşılır. Hoşgörü yasasını çiğneyenler sürgün cezasıyla cezalandırılır. Bir yaratıcının varlığına inanmak bakımından tüm dinler eşittir ve herkes Tanrıya ve ölümsüzlüğe inanır. Ütopya’da ateist insanlara da yer vardır. Bunlar yurttaşlıktan ve siyasete katılma hakkından mahrum olsalar da rahatsız edilmezler. Ortaçağın dinsel hoşgörüsüzlüğünden sonra, bu tutum Rönesans ruhunun verdiği başlıca mesajlardan olsa gerektir. Bugün çeşitli dinlerin birbirine karşı gösterdiği hoşgörüsüzlük düşünüldüğünde, More’un hoşgörü ilkesi gerçek anlamda bir ütopya gibi görünmektedir. Ütopyalılar savaştan da kaçınırlar; savaşmak zorunda kaldıklarındaysa paralı askerler kullanırlar. Bunların da mümkün olduğunca sağ kalmaları istenir. Aslında kendileri savaşa neden olmadıkları için savaşa yol açan toplumu içten zayıflatarak savaşa girişmekten caydırma yolunu tutarlar. Onlar için savaşma nedeni, ya kendi ülkelerinin saldırıya uğramasıdır, ya müttefik oldukları ülkenin saldırıya uğramasıdır ya da saldırıya uğrayan güçsüz devletlerin kendilerinden yardım istemeleri durumunda bu isteği kesinlikle geri çevirmemeleridir. Tüm bu durumlarda yöntemle içten zayıflatma taktiğini uygulamak saldırganın savaşı başlatmasını önlemek açısından temel yöntemdir. Savaşmak zorunda kalırlarsa paralı askerlerin ücretini karşılayabilmek için altın ve gümüş biriktirmek yararlı görülür. Ütopyalılar kadın erkek ayırt etmeksizin kendileri savaşacakmış gibi savaşçı olarak yetiştirilirler ama insan yaşamı değerli olduğu için ilk ilke, öteki ülkelerin insanlarından paralı askerler devşirmektir. Ütopyalılar savaşçı ruhlarını olağanüstü stratejiler geliştirme yolunda kullanırlar ve karşı tarafı içten çökerterek savaşı kazanmaya çalışırlar. Burada bir çifte standart var gibi görünebilir çünkü evrensel insanlık sevgisi adına Ütopyalılar, çabalarını müzakere yoluyla savaşı önlemeye yöneltebilirlerdi. Daha doğrusu More bu yöne doğru bir düşünme çizgisi geliştirebilirdi. More bu noktada gerçekçi ve natüralist davranmış görünüyor. İstilacı niyetlerle savaş başlatan bir ülke mutlaka olacağına göre, savunma amaçlı stratejiler bir bakıma haklı görülebilir. Ama bu stratejiler büyük kurnazlık örnekleri olarak karşımıza çıkmakta, bu da Ütopyalıların ahlaksal duyarlılıklarına ters görünmektedir. Thomas More’un Ütopyasında pek çok uygulama insan doğasına aykırı görünmektedir. Bu türden toplum önerilerini ütopya kılan da zaten bu yönleridir. Ütopyalar aracılığıyla dönemin toplumlarına yasal eşitliğin sağlanması, haksız kazancın önlenmesi, tembelliğin ortadan kaldırılması gibi noktalarda mesaj verildiği düşünülebilir. More’un eserin 1. kitabında dönemin İngiltere’sindeki toplumsal ve siyasal düzensizlikleri betimlemesinin sebebi de budur. Yapıtın 2. kitabında betimlenen ütopik düzenin, söz konusu düzensizliklerin giderilmesi adına bir çözüm olarak önerildiği düşünülebilir. 17. yüzyıl felsefesinin oldukça önemli, hatta en az Bacon ve Descartes kadar kurucu bir diğer filozofu da Thomas Hobbes’tur (1599-1679). 17. yüzyılda rastladığımız birçok filozof gibi Hobbes da çağının çocuğu olan büyük bir kafadır. Tıpkı Bacon, Descartes ve de Locke gibi, o da rasyonalisttir,bilimcidir, yöntemcidir; çağını doğru anlayıp iyi ifade etmenin ve anlamlandırmanın mücadelesi içinde olmuştur. Gerçekten de Hobbes, modern dünyanın problemlerinin, geleneği tamamen bir kenara bıraktıktan sonra, ancak akıl ve bilim yoluyla çözülebileceğini yürekten inanıyordu. Hatta pek çoklarına göre, “döneminin siyasal kargaşasına yeni filizlenen doğabilimleri aracılığı ile çözüm ararken, bilim ve siyaseti cüretkâr bir biçimde birleştirme girişiminde bulunmuştu.” Hobbes, modern bilimin metodolojisini beşeri bilimler alanına uygulayarak, sivil hayatı yöneten yasaları, Galileo’nun hareket yasalarını incelediği tarzda araştırmaya yönelmiş; toplumu, parçalarına ayrılıp birleştirilebilme esasından hareketle ele almış ve böylece politikaya bir teknisyen kesinliği taşıyarak, toplumsal düzenin ne olduğunu ve nasıl tesis edileceğini, toplumun nasıl kurulacağını göstermeyi amaçlamıştır.Gerçekten de 17. yüzyılda gerçekleşen iki büyük devrime tanıklık eden Hobbes bunlardan entelektüel veya bilimsel devrim söz konusu olduğunda, ilerici veya ihtilalci biri olarak karşımıza çıkar. Başka bir deyişle, o, Ortaçağ’ın teosantrik ve Aristotelesçi dünya görüşünün deneye dayanan yeni doğa bilimleri eliyle yıkılışının baştan sona yanında olmuş, hatta olmakla da kalmayıp, bu sürece doğrudan katkıda bulunmuştu. Savunuculuğunu yaptığı mekanik materyalizme bağlı olarak klasik doğa görüşünün, teleolojik evren telakkisinin yıkılıp, yerine hareket halindeki maddenin her yere yayıldığı mekanik bir doğa tasarımı ikame edilmesi sürecinde önemli bir rol oynamıştı. Bu doğa, artık Aristotelesçi terimlerle açıklanan amaçlı bir düzen, içindeki her varlığın kendi ayırt edici amacından kaynaklanan belli bir yere sahip olduğu ve söz konusu doğal yerine ulaşmak amacıyla hareket ettiği, özde statik ve mükemmel bir bütün değildir. Bu yeni doğa ya da dünya, Stoacıların, kendisine nüfuz etmiş etkin ve rasyonel bir ilke tarafından yönetilen ve insana doğru ile yanlışın ölçütünü gösteren moral evreni de değildir. Hobbes’un sözünü ettiği yeni doğa, hareketin Galileo tarafından keşfedilen fizik yasalarına göre gerçekleştiği, kendi içlerinde hiçbir amaç taşımayan cisimlerin harici bir engelle karşılaşmadıkça, sınırsızca hareket halinde olduğu mekanik bir doğadır. Başka bir deyişle o, büyüsü bozulmuş, yaradılıştan gelen değer biçici bütün anlamlardan arındırılmış; doğal olanın moral açıdan kayıtsız, hatta düşmanca olduğu, doğuştan hiçbir şeyin bir başkasından üstün olmadığı bir doğa olmak durumundaydı. Hobbes, demek ki 17. yüzyılın bilimsel devrimine katkıda bulunurken, katkısı öncelikle eski ya da Skolastik bilime karşı çıkma, onun dayandığı ontolojiye veya doğa tasarımına meydan okuma noktasında söz konusu olmuştu. Onun Aristotelesçilere, Skolastik bilime karşı çıkışının bir bölümü metodolojik, bir bölümü ise siyasal nedenlere dayanmaktaydı. Nitekim Aristotelesçi Skolastiklerin kendisinin “anlamsız konuşma” diye adlandırdığı şeye dayanan açıklamalarının bütünüyle yapay olduğunu düşünen Hobbes, temel eseri olan Leviathan’da pek çok Aristotelesçi kavram ve düşünceyle özel olarak alay etti. O, Aristotelesçi metafizik, pagan demonoloji ve Hıristiyan teolojisinin oldukça acayip birleşiminin, yalnızca kötü bir bilime neden olmakla kalmayıp; politik itaati koşullayan veya etkileyen tahkik edilemez güçlere, ruhlara dayanan tartışmalara meydan verdiği için politik açıdan da yıkıcı sonuçlara yol açtığı kanaatindeydi. Hobbes ölümden sonraki acıları dindirmek için rahiplere veya Tanrının insanları itaat veya direnişle doldurma gücüne ya da Kilisenin cinler, periler ve ruhlar üzerindeki kontrolüne inanmak gibi şeylerin hepsinin, insanlara hükümdarlarına boyun eğmeme konusunda nedenler verdiğini savunuyordu. Bununla da kalmayıp, bu dünyada beşeri eylemler açısından sonuçları olan bir iktidar iddiasında bulunan her din adamının politik anlaşmazlıkların potansiyel bir kaynağı olduğunu düşünüyordu. Ona göre, Yeni-Aristotelesçi Skolastik bilim görüşü bu tehlikenin gerçek bir parçası olmak durumundaydı. Eski bilime bu şekilde karşı çıkan Hobbes, bir yandan da hareket halindeki madde ya da cisimler dünyasına tam olarak uyan alternatif bir açıklama kategorisi bulunduğu inancındaydı. Ona göre, başarıya götüren yegâne yol ya da anahtar, Tanrının şimdiye kadar insanlığa bahşetmekten hoşnut olduğu biricik bilim olarak geometrinin uygulama yöntemiydi. İkinci devrime, yani politik devrime gelince, Hobbes’un mutlak monarşinin iktidarının yeni yükselen sınıf tarafından parlamenter demokrasinin temsili kurumları yoluyla sınırlandırılması söz konusu olduğunda, bir yönüyle muhafazakâr, bir yönüyle de ilerici bir tavır takınmıştır. Muhafazakârdır, çünkü mutlakiyetçidir yani monarkın iktidarının sınırsız olması gerektiğini söyler. İlericidir, çünkü bir yandan da Ortaçağ’a, feodaliteye ve Kiliseye karşı olup liberalizmin savunuculuğunu yapar. Hobbes’un politika felsefesinde, özellikle siyasal devrimle ilişki içinde ele alındığında, tartışmaya açık olan durumu ya da konumu her ne olursa olsun, onun modern politikanın ilk filozoflarından veya modern siyaset felsefesinin kurucularından olduğu kesindir. Bunun da birbirleriyle hiç kuşku yok ki yakından ilişkili iki önemli nedeni vardır. Bunlardan birincisi, (1) onun “siyasetle bilimi birleştirme teşebbüsü” veya çok daha açık ve anlaşılır bir biçimde ifade edildiğinde, siyaset felsefesini, düşünce tarihinde veya modern dönemde ilk kez olarak bilimsel bir temele oturtma çabası tarafından belirlenir. İkincisi ise, yine onun (2) iktidara geçiş için bir atlama tahtası olarak bundan sonra sürekli olarak kullanılacak olan doğa veya “doğa durumu” mitinin en önemli kurucularından biri olmuş olmasıydı. Aslında Hobbes, bir yandan da toplumsal barışı tesis etme ve insanların politik yükümlülükleriyle sivil ödevlerini temellendirme amacıyla hareket eden bir siyaset filozofu olarak, Sokrates, Platon, Aristoteles, Plutarkhos ve Cicero gibi filozofların bulunduğu politika felsefesi geleneği içinde yer almaktaydı. Bununla birlikte o, söz konusu geleneğin sözcüğün tam anlamıyla başarısız olduğunu düşünüyordu. Bunun da en önemli nedeni, bu antik filozofların hakikat arzuları ve insanları barışa yöneltemeyişleriydi. Hobbes işte bundan dolayıdır ki gelenekten tamamen kopar; onun gelenekten bu şekilde kopmasını yol açanların öncelikle Machiavelli, onun ardından da Bacon olduğu söylenebilir. Politika felsefesinin klasik teorisyenleri, Hobbes’un üzerinde ciddi bir etki yapmış olan Machiavelli’ye göre, çok yüce hedefleri amaçladıkları için başarısız olmuşlar, siyaset teorilerini insana ait birtakım yüksek özlemlerle ve erdemli bir hayatla ilgili mütalaalara dayandırdıkları, toplum hayatını erdemi ortaya çıkarmaya yönelik bir hayat olarak telakki ettikleri için kendilerini etkisizleştirmişlerdir. Politik alanı, olması gerekenin ölçütleriyle değil de olanın belirlediği ölçütlerle, değerden bağımsız bir alan olarak inşa eden Machiavelli’nin realizmi, doğallıkla politik hayatın standartlarını bilinçli bir biçimde düşürmekten, siyasal yaşamın amaçlarını, insanın erdemli hayatıyla veya yetkinliği yerine, insanların ve toplumların hemen tamamı tarafından fiilen peşine düşülen amaçlarla tanımlamaktan oluşuyordu. Hobbes da tıpkı Machiavelli gibi, insanların daha aşağı, ama daha güçlü motifleri temele alınarak oluşturulan politik şema ve düzenlerin gerçekleşme şanslarının, klasiklerin ütopyalarından çok daha fazla olduğu kanaatindeydi. Bununla birlikte Machiavelli’den farklı olarak, bir moral kod ya da doğal hukuk anlayışı geliştirdi; söz konusu anlayış, sivil toplumun amaçlarını belirleyen ahlaken bağlayıcı bir yasa olarak doğal yasa görüşüne dayanıyordu. Fakat Hobbes, Machiavelli’nin realizmini takip ederek, doğal hukuk öğretisini insanın yetkinliği düşüncesinden ayırmaya özen gösterdi. Doğa yasasını, insanların neredeyse tamamında çoğu zaman en güçlü olandan türetirken, baskın olanın, Sokratik geleneğin öne sürdüğü gibi, akıl değil de duygu ve tutkular olduğunu öne sürdü. Gerçekten de Hobbes’un Sokratik geleneğin insan telakkisi ya da tasarımına yönelik eleştirisi, Machiavelli’nin geleneğe karşı realist isyanını her bakımdan izledi. Nitekim o, Machiavelli’yi hatırlatan bir tarzda, toplum içerisinde yaşamanın kendi içinde arzulanır bir şey olmadığını, belli bir takım tutkuların insanları toplum halinde yaşamaya sevk ettiğini, dolayısıyla toplumun başkalarına beslediğimiz sevgi ve muhabbetten ziyade, öz çıkara dayandığını veya ben-sevgisinden kaynaklandığını ifade etti. Hobbes’a göre, bu gerçek, beşeri meseleleri veya insani işleri belli ölçüler içinde gözleyen herkes için tecrübeyle sabit olmak durumundaydı. Thomas Aquinas (Tomas Akuinas diye okunur) kendisinden sonraki bütün bir felsefe tarihini derinden etkilemiş çok önemli bir düşünürdür. Onun etkisinin büyüklüğünü, elbette, düşüncelerinden çok faydalanmış olduğu Aristoteles’inkiyle kıyaslamak hiç doğru olmaz. Yine de Thomas Aquinas, Aristoteles’i en iyi şekilde yorumlamış filozof olarak haklı bir üne sahiptir. Thomas Aquinas adı, Batı’da genel olarak kabul görmüş belli başlı felsefe tarihçilerinin kullanageldikleri bir addır. Kendisini anlatmak bakımından Thomas Aquinas dışında Aquino’lu Thomas, sadece Thomas ve Aquinumlu Tommasso adları da kullanılmaktadır. Biz burada, başta da dile getirdiğimiz gibi, güvenilir kabul ettiğimiz Ortaçağ felsefesi uzmanlarının yaygın olarak kullandıkları bir adı tercih ediyoruz. Aquinas adı, kendisinin doğmuş olduğu Aquinum’dan gelmektedir. Thomas Aquinas 1224 veya 1225 yılında doğmuştur. Bazı kaynaklarda doğum tarihi olarak 1226 yılı da dile getirilmektedir. Aquinas’ın babası, Roccasecca ve Montesangiovanni yöresinin hakimiydi. Annesi Theodora (öl. 1255) Napoli’li Caracciolo sülalesinden gelmekteydi. Babaannesi olan Francesca de Suabia ise Barbarossa’nın kızkardeşiydi. Buradan anlaşıldığı kadarıyla, Thomas Aquinas sadece felsefi açıdan çığır açmış önemli bir kimlik olarak değil; fakat aynı zamanda döneminin önemli bir siyasal kişiliği olarak da dikkat çekmektedir. Bununla birlikte o, geçmişte pek çok filozofun yapmış olduğunu tekrarlayarak politikadan uzak bir yaşamı seçmiştir. Thomas Aquinas Napoli’deki bir okulda 19 yaşına kadar özellikle yedi özgür sanat (septem artes liberales) üzerinde yoğunlaşan bir eğitim aldı. Kendisine ders veren hocaları ağırlıklı olarak Aristotelesçiydiler. Hemen burada, Aristoteles felsefesinin aslında Kilise’nin resmî öğretisi ile ciddi bir karşıtlık içerdiğini vurgulamak gerekir. Zira Aristoteles’e göre evren öncesiz-sonrasız bir yapıydı. Ona göre, Platoncu evren anlayışının önemli figürlerinden biri olan “demiurgos”a gerek yoktu. Bu konuda “Kendisi Hareket Ettirilmeyen İlk Hareket Ettirici” (Primum mobile) yeterliydi. Bu yüzden, Aristoteles’in Batı Ortaçağında özellikle Fizik ve Metafizik isimli eserleriyle yer alması engellenmekteydi. Buna ilişkin gösterilebilecek en güzel örnek Aristoteles felsefesinin Paris Üniversitesi’nde çok uzun bir süre boyunca yasaklanmış olmasıdır. Thomas Aquinas, 1244 yılında girdiği Dominiken tarikatında çok önemli filozoşardan dersler aldı. Paris’teyken özellikle Albertus Magnus’un vermiş olduğu derslerin kendisi üzerinde derin etkiler bıraktığını söyleyebiliriz. 1248 yılında hocası ile birlikte, şimdiki Almanya’da bulunan Köln şehrine gitti. Orada kaldığı dört yıl boyunca önemli çalışmalar yaptı ve Albertus Magnus’un önerisi üzerine Paris’e geri döndü. Paris’te Petrus Lombardus’un Sententiae adlı eseri üzerine dersler verdi. Thomas Aquinas, 1260 yılı başlarına kadar Paris’te kaldı. O yıl Napoli’ye geri döndü. İtalya’da değişik şehirlerde 1268 yılına kadar dersler verdi ve aynı yıl Paris’e geri döndü. 1272 yılında Napoli’de kurulan bir okulun başına getirildi. 1273 yılının Aralık ayında yazmayı bıraktı. Şu sözlerin kendisine ait olduğu tanıklarca dile getirilmektedir: “Artık bir daha yazmayacağım, bu kadarı yeterli. Geriye dönüp baktığımda bütün bu yazılanların büyük bir saçmalık olduğunu görüyorum. Hakikat, kendisinin ifade edilebilmesi için tüm bu saçmalıklara katlanamayacak kadar saf ve biriciktir. Hakikati bir daha asla rahatsız etmeyeceğim.” Dönemin Papası X. Gregorius tarafından Lyon’daki bir toplantıya davet edildi. 1274 yılının Mart ayında yola çıktı; fakat yolda, Campania civarında 7 Mart’ta yaşama veda etti.Thomas Aquinas’ın bütün eserleri 1570 yılında yayımlanmış Piana baskısında mevcuttur. New York’ta 1948 yılında yeniden basılan Parma baskısı da (1852-1873) 1871-1880 yıllarında yayımlanmış olan Paris baskısıyla birlikte dikkate değer toplu eser yayımlarıdır. Yirminci yüzyıldaki en önemli yayın çalışması Torino’daki Marietti yayınevi tarafından gerçekleştirilmiştir. Hemen bütün eserlerinin İngilizce ve Fransızca çevirileri vardır. Ülkemizde, De Ente et Essentia adlı çalışması, Betül Çotuksöken Saffet Babür tarafından Türkçeye aktarılmıştır. Eserlerinin tamamının yaklaşık olarak on üç milyon kelimeden oluştuğunu ileri süren felsefe tarihçileri bulunmaktadır. Bu kadar çok yazmış olan bir filozofun eserleri de çok farklı alanlardadır. Bazıları aşağıda gösterilmektedir: Liber de Veritate Catholicae Fidei contra errores Infidelium seu ‘Summa Contra Gentiles’, Summa Theologiae, Quaestiones Disputatae De Veritate, Quaestiones Disputatae De Anima, In octo libros Physicorum exposition, In libros De anima, De unitate intellectus contra Averroistas |
Kategori
All
|