Thales Kimdir?Thales, Eski Çağ Ege Medeniyeti’nde doğanın, ‘doğa dışı’ unsurlardan ziyade kendisinden hareketle açıklanması anlayışının filizlenmesine temel teşkil edecek dönüşümün habercilerindendir. Felsefe, tanışık olduğumuz anlamıyla ilkin Eski Yunan Düşüncesinde Thales ile başladığı ve Pythagoras tarafından terminolojiye geçirildiği kabul edilen bir etkinliğin adıdır. “Felsefe sorularındaki nedir... felsefe sorusunu var eden temel etkendir". Varlığın aslının ve esasının, var olanların kaynağının ne olduğu sorusuna verilen yanıtlar, bütün düşünce tarihi dikkate alındığında son derece çeşitlilik göstermektedir. Verilen yanıtlardan biri, dünyanın kendi değişimini temin edebilecek bir canlılığa sahip olduğudur. Onlara göre dünyanın ana unsurunu oluşturan şey hem maddi hem canlı hem de ruhludur. Maddeye aynı zamanda bir tür canlılık ya da ruhluluk atfeden bu düşünceye hylozoizm adı verilir. Hylozoizm madde anlamına gelen hyle kavramı ile canlı anlamına gelen zoe sözcüklerinin birleşimiyle oluşmuştur ve maddeyi aynı zamanda canlı ve ruhlu kabul eden bir düşünce akımıdır. Eskiçağ Ege Medeniyetinde bu sorunun felsefe bakımından ilk ele alınışının örneğini Milet Okulunun mensubu ve bu okulun kurucusu kabul edilen Thales’te görmekteyiz. Miletli Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, var olanların kaynağını araştırmış ilk filozoflar olarak iki yanlı bir düşünme gerçekleştirmişlerdir. Bu düşünmelerin birinci yanı evrenin kaynağının araştırılmasıyla ilgiliyken ikinci yanı ise evrenin nasıl olup da kendi hareketiyle değişimini gerçekleştirdiğini ve tek merkezden bütün çeşitliliğin ortaya çıktığıyla ilgilidir. Thales’in hayatı, kişiliği ve felsefe görüşleri hakkındaki bilgilerimiz doğrudan değil, dolaylı kaynaklardaki aktarımlara dayanır. Bu dolaylı aktarımların her birinde Thales’in hayatı, kişiliği ve felsefesi hakkında birçok rivayet vardır. Fenikeli olan Thales’in MÖ 624 ile MÖ 548545 yılları arasında Miletos tiranı Thrasybulos zamanında yaşadığı ve yaşadığı şehrin iyi bir ailesine mensup olduğu belirtilir. Platon’un Theaitetos adlı diyalogundaki anlatıma bakarsak yıldızları incelerken önünü göremeyerek bir kuyuya düşmesi ve bu yüzden bir hizmetçiye alay konusu olmasıyla Thales, varolanların gerçek özünü araştırırken yaşama çevresinden kopan filozof örneğinin bir temsilcisi olarak karşımıza çıkar. Öte yandan, Aristoteles’in bir anlatımına göre Thales, gök olaylarını takip ederek bundan zeytincilik alanında ticari kârlar elde edebilen bir kişilik olarak betimlenmektedir. Yine, Herodotos’un aktardıklarına göre Thales; denizcilik astronomisiyle ilgilenen, gök olaylarını yakından takip eden ve güneş tutulmasını önceden hesaplayabilen iyi bir gök bilimcidir.Savaş zamanında bir nehrin aşılması konusunda nehrin kanallarla ikiye bölünerek su seviyesinin düşürülmesini önermek gibi pratik çözümler üretebilen bir mühendis, denizdeki gemilerin arasındaki mesafeyi ölçmek için matematiksel yöntem geliştiren bir matematikçi, aynı zamanda da İyonyalılara siyasi sorunlarını çözmeleri konusunda ortak meclis kurmalarını öneren bir siyaset adamı kimliğinin yanı sıra, Platon’un deyişiyle; sanatlarda usta biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Eskiçağ Ege dünyasında geometrinin kurucusu olduğu, Mısır’dan geometri ve matematikle ilgili bilgileri alarak işlediği ve bunlara yeni katkılarda bulunduğu,piramitlerin yüksekliklerini onların gölge boylarından hareketle ölçme yolunu bulduğu da bildirilmektedir. Tüm bunların yanı sıra Thales, Yedi Bilge arasında anılır ve kendini tanı sözünün ona ait olduğu belirtilir. Thales’in doğa hakkındaki görüşlerini inceleyerek bize aktaran Aristoteles’tir. Görebildiğimiz kadarıyla Aristoteles bir yandan Thales’in doğa hakkındaki düşüncelerini betimlerken öte yandan, onun düşüncelerini diğer düşünürlerinkini incelediği gibi eleştirel bakışla ele alır. Thales Felsefesi: ArkheKonu ana hatlarıyla değerlendirildiğinde arkhe problemi olarak ele alınmıştır. “Arkhe başlangıç, hareket noktası, ilke, nihai ana madde, tanıtlanamayacak nihai ilkedir... Her şeyin kendisinden meydana geldiği ana ‘madde’ arayışı Yunan felsefesindeki en kadim arayıştır ve bununla bağıntılı olarak ikincil şeylerin birincil olandan ya da olanlardan hangi süreçle çıktıkları sorusu bu arayışa eşlik eder” Bu bakımdan Aristoteles’in Thales hakkındaki düşüncelerini iki yönden ele alabiliriz. Bunlardan birincisi, Thales’in düşüncelerinin tarihsel ve mitolojik kökenleriyle ilgiliyken ikincisi, Aristoteles’in Thales’e ait olduğunu söylediği ve eleştirel olarak ele aldığı düşüncelerdir. Betimsel bir yaklaşımla ele alındığında, Aristoteles’in, Thales’e ilişkin olarak aktardığı düşünceler üç ana başlık altında toplanabilir: a. Yeryüzü su üzerinde durur, b. şeylerin doğası su’dur, diğer her şey su’dan meydana gelir. c. Her şey canlıdır ve tanrılarla doludur. Aristoteles’in aktardığı kadarıyla Thales’in düşünceleri sırasıyla, mitolojik kökenleri bakımından ele alınacak ve ardından da Aristoteles’in bu düşünceleri nasıl ele aldığına yer verilecektir. Bu yöntem her ne kadar Thales’in düşüncelerinin ele alınmasının bütünlüğünü belli ölçüde bozacak olsa da konunun sistematik biçimde açıklanması için gerekli görünmektedir. a.Yeryüzü su üzerinde durur:Aristoteles’e göre Thales, yeryüzünün su üzerinde durduğunu söylemektedir. Bu anlayışın kökeninde, dönemin coğrafya bilgisinin etkisi olduğu düşünülebilir. Nitekim günümüzde ‘Cebelitarık’ olarak adlandırılan ve Akdeniz’in Atlas Okyanusu’na açıldığı yer olan boğaz, Eski Yunan söylencesinde “bilinen dünyanın sonu” olarak kabul edilmekteydi. Bu coğrafya bilgilerine dayanan kökenin yanı sıra çok önemli mitolojik temeller de vardır. Eski Yunan söylencesine bakıldığında irili ufaklı, her türlü akarsu tanrısal özelliktedir. Çünkü bunlar, Okeanos ve Tethys’in çocukları olarak kabul edilirler. Yeryüzü, üzerinde bulunan bu akarsuların yanı sıra Okeanos adı verilen tanrısal su ile çevrilidir. Bu anlayışa göre Okeanos, kara parçası anlamındaki dünyanın sınırıdır ve sürekli akış hâlinde olan bu suyun sınırlarına ulaşmak, derin burgaç ve akıntılardan dolayı imkânsız olarak kabul edilirdi. Aynı zamanda bütün nehirlerin ve ırmakların da babası kabul edilen Okeanos’un tarihsel benzeri Mezopotamya mitolojisinde de göze çarpar. Thales’e göre yeryüzü, bir tahta parçası veya ona benzer bir şey gibi suyun üzerinde yüzmektedir. Aristoteles, Thales’in bu görüşünü iki yönden eleştirir. İlkin,havanın sudan daha hafif olduğunu, suyun da topraktan daha hafif olduğu belirtir. Dolayısıyla daha hafif olanın daha ağır olandan aşağıda bulunmasının doğaca imkânsız olacağını belirtir. İkinci olarak da doğal gözlem verilerinden hareketle, su üzerine konulan ve sudan daha ağır parçaların suya batmasından dolayı, yeryüzü’nün de suya batması gerekeceğini ileri sürerek Thales’in bu görüşünü eleştirir. b. Şeylerin doğası sudur:Thales’e göre şeylerin doğası sudur. şeylerin doğası sudur derken suyun her şeyin ana unsuru, ana maddesi, her şeyin kendisinden meydana geldiği ilk neden olduğu kast edilmektedir. Su, kendisi değişmeyen fakat diğer bütün varolanların kendisinden doğup yine kendisine döndüğü ana maddedir. Aristoteles, Thales’i karakterize eden bu görüşü iki bakımdan ele alır. Aristoteles’e göre bu görüş bir yandan deneyime, öte yandan da mitolojiye dayanır. Suyun her şeyin kökeninde bulunmasının deneyime dayanan yanı, her şeyin nemlilikten beslenmesi, hayatın su ve nemlilikten kaynaklanmasıdır. Suyun köken olarak kabul edilmesinin mitolojik temelleri ise yukarıda yeryüzünün su üzerinde bulunması anlayışının da kendisine dayandırıldığı Okeanos’la ilgili söylencede bulunur. Bu anlayışa göre Okeanos, dünyanın başlangıcında bulunur. Okeanos’un kızları ise insanların hayat güçlerinin tazelenmesini sağlarlar. Birbiriyle ilişkili bu iki söylencenin yanı sıra, eskiler ve kahramanların Okeanos’un bir kolu olan Styx üzerine yemin ediyor olmaları da suyun kutsal kabul edildiğinin göstergelerinden biri olarak belirtilir. Thales’in her şeyin kökeninde su olduğunu kabul eden anlayışının felsefi açıdan tartışılması ise dünyadaki nesnelerde meydana gelen değişimler de göz önünde bulundurularak ağırlıklı olarak Aristoteles’in Oluş ve Bozuluş Üzerine adlı kitabında gerçekleşir. Bu kitaptaki anlatımlara göre filozoflar Aristoteles tarafından, evrendeki çokluğu açıklamak için ilke olarak kabul ettikleri Ögeler hakkındaki görüşleri bakımından sınıflandırılırlar. Aristoteles, evrenin tek öğeden oluştuğunu savunan filozoflarla evrenin birden çok öğeden oluştuğunu savunan filozoflar arasında ayrım yapar. Bunlardan birincileri duyulur cisimlerin dayanağının tek olduğunu ileri sürerlerken ikincileri için ise bu öğelerin sayısı birden çoktur. Thales’inde içinde bulunduğu ilk gruptaki filozoflara göre her şey maddi yapıdaki bir unsurdan doğar. Diğer bütün şeyler, söz konusu unsurdan nicel değişme yoluyla seyrelme ve yoğunlaşmayla meydana gelir. Temel sorun, bütün evrendeki çokluğun tek bir öğeden nasıl oluşabileceğidir. Aristoteles’e göre söz konusu her iki anlayışın temsilcileri de dünyadaki değişmeleri ancak kısmi olarak açıklayabilmektedirler. Aristoteles’e göre, evrenin tek tözden meydana geldiğini açıklayabilmek için bu filozoflar, oluş ile başkalaşmanın aynı olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Çünkü geri kalan evrenin her bir öğesi, bu öğenin dönüşümünden oluşmak durumundadır. Bu yüzden Aristoteles’e göre tek töz kabul eden filozoflar bundan rahatsızlık duyarlar. Çünkü bu durumda özne tek ve özdeş kalmaktadır. Oysa Aristoteles, tek nesnede hem başkalaşmanın hem de büyüme ve küçülmenin meydana geldiğini belirtir. Öte yandan evrenin temelinde çok öğenin bulunduğunu savunan filozoflar için oluş ile başkalaşma farklı anlama gelir. Bu ikinciler için oluş,öğeler çokluğunun çeşitli şekillerde bir araya gelip ayrışmasıdır c. Her şey ruhlarla doludur:Thales ile ilgili aktarılan ve felsefe bakımından tartışılan üçüncü görüş “her şeyin ruhlarla dolu ve canlı olduğu” anlayışıdır. Konumuz bakımından ele alındığında Thales, ruhun devinim olduğunu söyleyen filozoflar arasında anılır. Thales’in ruhun devindirici güç olduğunu iddia eden düşünürler grubuna dahil olmasının temel gerekçelerinden biri, Thales’in mıknatısın çekim gücü bulunduğunu fark etmiş olmasıdır. Bu gücün Thales’i ruhun devindirici güç olduğunu düşünmeye sevk ettiği belirtilir.Bu devinim sağlayıcı unsurlar aynı zamanda havada da bulunur ve bu filozoflar için havanın canlılık sağlayıcı olarak kabul edilmesinin nedeni de budur. Aristoteles, bu anlayışın kaynağının Orpheusçu şiirlerde bulunabileceğini belirtir. Bu şiirlere göre ruh, soluk veya benzeri bir yolla dış evrenden canlının bünyesine giren bir unsurdur. Bu, başka bir ifade ile canlı maddeciliktir. Aristoteles’in dolaylı yolla da olsa Thales’e atfettiği ‘canlı madde’ anlayışı, Aristoteles’in eleştirilerinin de odak noktası olan sorunun çözümüne yöneliktir. Kendiliğinden hareketin imkânını temele alan ve her şeyde ruhların bulunduğunu ileri süren bu görüş, Aristoteles tarafından onun ‘maddi neden’ öğretisi çerçevesinde eleştirilmektedir. Aristoteles’e göre yalnızca maddi nedenin kabul edilmesi, bize oluş ve bozuluş anlamındaki hareketi vermekten uzaktır. Çünkü bunun tersi düşünülecek olursa dayanak olarak kabul edilenin kendisinin aynı zamanda kendi değişmesinin nedeni olması gerekecektir. Bunu daha açık olarak “örneğin tahtanın veya tuncun değişmesinin nedeni, ne tahta ne de tunçtur. Yatağı yapan tahta, heykeli yapan tunç değildir” şeklinde ifade eder. Yine de Aristoteles’in bu düşünceden ne ölçüde etkilenmiş olduğunun göstergesi olan ifadeleri dikkat çekicidir: “Hayvanlar ile bitkiler, toprakta ya da suda meydana gelirler. Çünkü toprakta su, sudaysa ‘soluk’ (pneuma) vardır. Her ‘soluk’ta da, ‘ruhsıcaklığı’ (thermoteta psük hiken) bulunur. Böylece her şeyin ‘ruh’la dolu bulunduğu anlaşılmaktadır”. Bu “canlı madde” anlayışı, Thales’e atfedilen, zorunluluğun en büyük güç olduğu, çünkü her şeyi kontrol ettiğine ilişkin düşünceyle beraber ele alındığında varlıkta meydana gelen değişim ve dönüşümlerin Hesiodos’un tanrılar anlayışı uyarınca dışarıdan ve belli ölçülerde keyfî olan dinamiklerinin yerine içsel ve “keyfiyeti” dışlayan bir anlayış getirilmiş olduğunu düşündürmektedir, her ne kadar Aristoteles tarafından Thales’in su’yu her şeyin ilk ilkesi olarak seçmesinin nedeni olarak Okeanos veya eski dönemlerde üzerine yemin edilen Styx gibi örnekler gösterilse de artık Okeanos bir baba olarak Tethys bir ana olarak ve pınarlar ile dereler de dünyayı saran akarsular olarak insan biçimci tanrısal özellikleriyle Thales’in doğa olayları ile ilgili açıklamaların da yer almamaktadırlar. Dönüşüm, Aristoteles’in şahitliğinden de anlaşılmaktadır. Aristoteles, Thales’in görüşlerini betimleyip tartışırken Thales’in Hesiodos’un Theogonia’sında sunulduğu şekilde, tanrılara dayalı bir açıklama yaptığını değil, geriye dönük etkilenmiş olabileceği kaynaklar olarak söz konusu tanrıları ve onların özelliklerini anmaktadır. Kaldı ki Thales ile ilgili kaynaklarda da bu kendisini göstermektedir. Thales artık, Aristoteles’in deyişiyle “eskilerin” insan biçimci tanrılar anlayışına dayalı doğa açıklama modelini kullanmamaktadır. Aristoteles’in eskiler olarak kastettiklerini geriye dönük olarak ele aldığımızda doğa olaylarının söz konusu mitolojiler tarafından açıklanması ile Thales tarafından açıklanması arasında birtakım farklılıklar olduğu görülebilir. Hesiodos’un Theogonia adlı eserinde toplumda ve doğada meydana gelen olayların nedeni olarak tanrılar ve tanrıçalar gösterilir. Üstelik bu olayların gerçekleşmesinde bir keyfiyet de söz konusu olabilmektedir. Toplumsal bir durum olarak çeşitli konularda insanların düşüncelerini ortaya koydukları tartışma ortamlarında kimin galip geleceği bir tanrıça olan Hekate’nin isteğine bağlıdır, Sosyal olaylarda görülen bu yaklaşım doğa olaylarının açıklanmasında da sürmektedir. Etna yanardağının lav püskürtmesi de tanrıların yaptığı birtakım eylemlerle ilişkilendirilmektedir.Benzer şekilde depremlerin oluş nedeni de tanrılara bağlanmakta, büyük dalgaları ve şiddetli rüzgârları da bazı tanrıların dindirdiği belirtilmektedir. Oysa Thales benzer konuların açıklanmasında farklı bir yol tutmuş görünmektedir. Thales’e göre depremin nedeni yeryüzünün üzerinde durduğu suyun hareketidir. Yine Thales’e atfedilen düşüncelerin birinde Nil nehrindeki buğulaşma ile rüzgâr oluşumu arasında bir bağ olduğu belirtilir. Thales’te somutlaşan ve doğada olup bitenleri açıklamada kullandığı bu modelin ana özelliği, her açıklanan doğa olayının açıklanma ilkesinin yine doğada yer alan varlıkları temele almasıdır. Bu modele göre yapılan açıklamalar, her ne kadar günümüzün bilimsel doğa açıkla malarıyla tam bir uygunluk göstermeseler de doğa olaylarının açıklanmasında görülen bakış açısı değişikliğinin örneklenmesi olarak değerlendirilebilirler. Kaynak: www.criticfilm.com/
0 Comments
Sokrates Kimdir?Bir Atina yurttaşı olarak Annesi ebe, babası ise heykeltıraş olan Sokrates’in felsefe tarihinde bırakılan en belirgin izlere sahip olduğu söylenebilir. Bunun iki nedeni olabilir: Bunlardan birincisi, kendi yaşamasıyla, içinde bulunulan durum her ne olursa olsun, insanın iyiye ve doğruya yönelebileceğini, insan hayatında erdemin ne derece önemli bir yer tuttuğunu göstermiş olması, ikincisi ise, Atina’lı bir düşünür ve yurttaş olarak, hayatı bir bütün olarak yaşamanın belirgin bir örneğini sunmasıdır. Bu, bir bakıma onun hem yaşamayı hem de ölümü karşılama biçimiyle kendini gösteren bir tavırdır. Sokrates’le ilgili anlatılanlara bakılırsa yaptığı şeylerin başında, çarşı pazar dolaşıp önüne gelen herkese, özellikle de yöneticilerden olup da bir işi iyi yaptığını iddia edenlere, ‘Erdem nedir?’, ‘İyi nedir?’ gibi sorular sorarak onların çok iyi bildiklerini sandıkları konularda kendilerini sorgulamalarını sağlamaktır. O, kendi tabiriyle, ‘At Sinekliği’ yaparak üstelik de ‘Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir.’ diyerek Atina’lılara doğru yolu göstermeyi düstur edinmiş biridir. Sokrates, tutarlı ve araştırmaya dayanan hayatını, idama mahkum edildikten sonra da yine aynı tutarlıkla sona erdirmeyi bilmiş bir kişiliktir. Bu tutarlık onun yasalar ve içinde yaşadığı devletle olan vatandaşlık ilişkisinde de kendisini göstermektedir. Kendisine hapishaneden kaçması teklif edildiğinde, bu teklifi reddetmiştir. Bunun gerekçelerini, eğer kaçarken kendisini yakalarlarsa ona neden kaçtığına dair sorulabilecek soruları yanıtlayamayacağı endişesiyle Kriton diyalogunda dile getirir. Anlatımlarına göre, dönemin Atina’sında, bir yurttaş eğer yönetildiği yasalardan memnun değilse isterse bütün malıyla beraber kentten ayrılabilir. Eğer gitmek istemezse yürürlükteki yasaları eleştirebilir veya yeni yasa teklif edebilir. Kaldı ki tüm bu konularla ilgili olarak kendisini mahkemede savunabilir. Bütün bu anlatımlarından anlaşıldığı kadarıyla Sokrates, zaten başına gelecekleri kabullenmiş olduğundan kaçmamayı tercih etmiştirPlaton’un diyaloglarından ve diğer tanıklıklardan anlaşıldığı kadarıyla Sokrates’in ele aldığı konuların başında insan ruhuna özen göstermesi gelmektedir. İnsanın ruhuna özen göstermesinin gereği, nelerin ona ait olup olmadığını anlaması ve iyi insan olmak için yapılması gerekenleri anlamak içindir. Sokrates’e göre insan hayatında maddiyat ve maddi hazlar önemli olsa da kalıcı değildir ve bu bakımdan da belirleyici değildir. Önemli olan, her şeye rağmen ahlaklı ve doğru bir hayat sürmektir. Sokrates’e göre insan, yaşadığı hayatı ve bu hayatın temel değerlerini sorgulamalıdır. Ona göre sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez. Olağan siyasal ve toplumsal ortamlarda yetişen kişiler, içinde yaşadıkları toplumun ahlak ve görgü kurallarına göre yaşarlar ve bu kurallar herkes tarafından sorgulanmadan kabul edilip sürdürülür. Bu, sorgulanmamış bir hayattır. Kaldı ki sorgulanmamış bir hayatın temel dinamikleri zenginlik, haz, şan, şöhret gibi insanların genellikle kendilerine yöneldikleri ilk amaçlardır. Kaldı ki bunların sorgulanmasına imkân kalmadan yaşama keşmekeşinin içine girmektedir insan. Kendini bil, kendini tanı. Kendini tanıyan insan, bu tanımayla öğrenmiş olduğu insan olmanın doğasına uygun yaşayarak ancak ruhuna özen gösterme imkânına sahip olabilir.Bu aşamada yine Sokrates’e atfedilen başka bir yaklaşımla karşılaşırız. Tüm insanlar iyiyi isterler ve erdem bilgidir. Mutluluk, bilgi ile elde edilen erdemlerle yaşanan bir ahlaki hayatla mümkün olabilir. Herkes, ahlaki bakımdan iyi olanı istemektedir. Herkes iyiyi ister. Fakat temel sorun, insanların iyi adı altında her istediğinin geçekten iyi olup olmadığıdır. Öyleyse iyi, insanların onun öyle olup olmadığını düşünmelerinden veya istemelerinden bağımsız bir varlığa sahip olmalıdır. İnsanın mutlu olmak için nasıl bir hayat sürmesi gerektiğini, yani erdemli bir hayatın nasıl olması gerektiğini bilmek gerekir (Menon, 90be). Bu bilginin temel özelliklerinin şunlar olduğu söylenebilir. Bu bilgi, bir yandan bütüne, tümel olana ilişkin bir bilgiyken, öte yandan da tek tek durumlara ilişkin geçerli olabilmelidir. Yani, bu konularda, bir yandan tümel tanıma sahip olmak, öte yandan, bu dünyada karşılaşılan sorunları da çözebilmenin bilgisine sahip olmak gerekir. Erdemli bir hayat sürmenin tek yolu eğer bu konularda bilgi sahibi olmaktır. Öyleyse bilgi, erdemdir. Sokratik Yöntem Nedir?Sokrates’in kendisiyle beraber gündeme gelen ve annesinin ebe olmasıyla ilişkilendirilen bir yöntemi vardır. Yöntem, Maiotik; doğurtma olarak anılır. Sokrates, kimseye bir şey öğretme iddiasında olmadığı gibi, kimsenin kimseye bir şey öğretemeyeceğini de savunmaktadır. Ona göre her insan, bütün bildiklerine zaten doğuştan sahiptir. Yapılabilecek şey, kişinin kendi kendisine veya iyi bir öğretmen eşliğinde kendisinde bulunan bilgileri açığa çıkartmasıdır. Bu, belli bir yöntemle yapılır ve ‘Sokratik Yöntem’ olarak da anılmaktadır. Sokratik yönteminin ana yapısı şu başlıklardan oluşmaktadır: a. Konuyla ilgili olarak mevcut durumda bilinenler nelerdir? b. Konuya ilişkin bilgiler belli tanımlar altında somutlaştırılır ve yapılan tanımların her bir durum için geçerli olup olmadığına bakılır. Eğer varsa, tanımların kendi içlerinde ortaya çıkan çelişkilerini ve tanımların olup bitenlerle ilişkisinde ortaya çıkan eksikliklerini göstermek. c. Yapılan eleştirel değerlendirmeler sonucunda yeni öğrenmeyi engelleyebilecek her türden yanlış sanılar temizlendiğinde, yani kişi aslında tartışılan konuda bir şey bilmediğini öğrendiğinde, artık yeni öğrenme için hazır demektir. Bu bakımdan yapılan ilk şey, önce bilgisizliğin bilincine varmaktır. d. Tüm bunların ardından, diyalog çerçevesinde, doğru sorularla, kişidekiler ortaya çıkarılır ve nihayetinde de bu ortaya çıkarılanlar yeniden değerlendirilerek konuşma sona erdirilir. Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız ‘Sokratik Yöntem’, olumsuz öğelere sahiptir. Bu olumsuzluk, hem kendisinin hem de bir akrabasının onun adına gittiği Delphoi bilicisinin, en bilge kişinin Sokrates olduğunu söyleyen kehanetini çürütmeye çalışmasında da kendisini gösterir. Sokrates, çok şey bilen insanların yanında kendisinin bilgisizliğinin farkına varacak kadar bilgili olduğunu göstermesiyle onlardan daha erdemli olduğunu gösterilmektedir Rogerus Bacon, ya da daha tanınmış adıyla Roger Bacon, genellikle bir 17. yüzyıl düşünürü olan (1561-1626) Francis Bacon ile karıştırılır. Her iki filozof da deneyden türetilmiş bilgiyi önceleyen bir felsefe anlayışına sahiptiler. Francis Bacon’dan çok önce yaşamış olan Rogerus Baco’nun yaşamı hakkında bildiklerimiz bazı çelişkili malumatlara dayanmaktadır. Geleneksel olarak kabul edilen doğum tarihi 1214’tür. Bazı kaynaklar Baco’nun 1220 yılında doğmuş olduğunu ileri sürmektedir. Bugünkü İngiltere’de bulunan Ilchester’da dünyaya gelmiştir. Oxford Üniversitesi’nde 1228-1236 yılları arasında eğitim görmüş, daha sonra Fransa’ya gitmiş ve 12371247 tarihleri arasında Paris Üniversitesi’nde dersler almıştır. Paris’te kaldığı yıllarda Aristoteles’in doğa felsefesi üzerine dersler vermiş ve bu alanda Paris Üniversitesi’nde ders veren ilk hoca olmuştur. Paris’teki uzun dönemden sonra tekrar Oxford’a dönmüş ve 1247 ile 1250 yılları arasında dersler vermiştir. Bu dönemde, özellikle Robertus Grossetesta’nın çalışmalarının etkisi altında kalmış ve çalışmalarını yoğun bir biçimde bilimsel alanda sürdürmeye devam etmiştir. Rogerus Baco 1257 yılında Fransisken tarikatı na dahil oldu. En önemli eserlerinden biri olan Opus Majus’un bitiş tarihi 1267’dir ve bu eseri o dönemin Papası olan IV. Clementus’a takdim etmiştir. Eser, o dönemde Hıristiyan dininin eğitimi konusundaki reform çalışmaları için büyük bir ümit olarak algılanmıştır. Bununla birlikte, 1277 yılında Rogerus Baco’nun içinde yer aldığı Fransisken tarikatının önde gelenleri kendisini tehlikeli sayılabilecek yeni düşünceleri öğretmekle suçlamışlardır. Özellikle astroloji alanındaki çalışmalarından dolayı suçlamalara maruz kalan Rogerus Baco 1292 yılına kadar hapiste yatmıştır. Aynı yıl içinde ölmüştür. Rogerus Baco’nun Ortaçağ içinde çok ilginç bir kişiliği vardı. Hiçbir zaman Kilise Babalarının etkisi altında kalmadı. Otoriteye mutlak anlamda itaat fikri onun hiç hoşlanmadığı bir düşünceydi. Geçmişi çalışmalarına yansıtmazken; ba ğımsızca ele aldığı deneysel araştırmalar aracılığıyla bilimin geleceği ile ilgili olarak ciddi bir kapı aralamış oldu. Paris Üniversitesi’nde vermiş olduğu Aristoteles dersleri ile bir yerde Thomas Aquinas’ın öncülüğünü yapmıştır. Kendisiyle farklı tarikatlardan olsalar da Aquinas’ın bazı konularda ondan etkilenmiş olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Rogerus Baco’nun eserlerinin ortaya çıkmasında elbette pek çok etken bulunmaktadır. Bu etkenler arasında bazıları çok önemlidir. Baco’nun düşüncelerini olumlu yönde etkileyen isimlerden biri ünlü İslam filozofu İbnü’l Heysem’dir. Kelamdan felsefeye geçişi gerçekleştiren ilk İslam filozofu olarak kabul edilen Kindi’nin etkisinde kalan İbnü’l Heysem, Rogerus Baco’yu optik çalışmaları aracılığıyla etkilemiş bir isimdir. Baco’yu etkileyen isimlerden bir başkası da, Secretum Secretorum adlı eseri kaleme aldığına inanılan sahte Aristoteles’tir. Baco, Aristoteles ve Seneca’dan da etkilenmiş, Aristoteles’in Meteora’sı ve Seneca’nın Quaestiones Naturales’i (Doğaya İlişkin Sorular) üzerine verdiği derslerle haklı bir üne kavuşmuştur. Kaleme aldığı De Multiplicatione Specierum (Türlerin Çokluğu Hakkında) başlığını taşıyan eseri doğa felsefesi alanında önemli bir çalışmadır. Baco’nun gene bilimsel temelli çalışmalarından olan Perspectiva ise algı ve görme ile ilgilidir. Rogerus Baco’nun diğer çalışmalarını şu şekilde sıralayabiliriz: Opus Maius (Büyük Eser), Opus Minus (Küçük Eser), Opus Tertium (Üçüncü Eser), Communia Naturalium (Doğanın Ortaklığı), Communia Mathematica (Matematiğin Ortaklığı), Summulae Dialectices (Mantığın Üst Anlatımı), Geometria Speculativa (Spekülatif Geometri), Compendium Studii Philosophiae (Felsefe Çalışmaları Hakkında Özlü Bilgiler) ve Compendium Studii Theologiae (İlahiyat Çalışmaları Hakkında Özlü Bilgiler). Rogerus Baco, bu sonuncu çalışmayı tamamlayamadan ölmüştür. Rogrus Baco’nun tıp, astroloji ve optik alanında kaleme aldığı yapıtları, kendisini on yedinci yüzyılda meşhur etmiştir. Yukarıda anılan yapıtlarından Perspectiva 1614 yılında Frankfurt’ta basılmıştır. En önemli eseri olan Opus Majus eksiksiz olarak ilk defa 1733 yılında Londra’da basılmıştır. Modern felsefenin babası, Yeniçağ felsefesinin kurucusu gibi nitelemelerle anılan René Descartes (1596-1650) Ortaçağ etkilerinden kurtulma yolunda tümüyle olgunlaşmış felsefi tutumun ilk büyük örneğini ortaya koyarak özgür düşünen özne felsefesinin kurucusu olma onurunu elde etti. Fransa’da Tourainne kentinde doğdu. La Fleche Cizvit kolejinde güçlü bir eğitim aldı. Matematik, mantık ve felsefe konularında yetişti. Üniversiteyi bitirdikten sonra, bir süre Bavyera ordusunda askerlik yaptı. Avrupa’yı baştanbaşa dolaştı. 1628 yılında Hollanda’ya yerleşti. Bilinen tüm önemli yapıtlarını orada yazdı; Yöntem Üzerine Konuşma (1637), İlk Felsefe Üzerine Düşünceler (1641), Felsefenin İlkeleri (1644) ve Ruhun Tutkuları (1649) 1649’da kraliçe Christina tarafından felsefe dersleri vermek üzere İsveç’e davet edildi, 1650 şubatında ülkenin sert iklimine dayanamadığı için zatürreye yakalanarak öldü. Platon, hiç kuşkusuz felsefe tarihinin en büyük düşünürlerinden biridir. Ardında, etkisi yüzyıllarca süren ve günümüze dek ulaşan büyük bir düşünsel miras bırakmış ve felsefe tarihinin sistematik çağının başlangıcı olmuştur. Platon, MÖ 427/428 yılı dolaylarında, Atina’da doğdu. Ailesi Atina’nın ileri gelenlerindendi. Çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim aldı; sporla, şiirle ve değişik düşünsel disiplinlerle ilgilendi. Erken yaşlarda Sokrates’in öğrencisi oldu ve onun özgün soruşturma yöntemlerinden, felsefi görüşlerinden etkilendi. Gerek ailesinin Atina’daki konumu, gerek kişisel ilgileri nedeniyle gençliğinden itibaren sitedeki siyasi yaşamın bir parçası oldu. O zamanlar Atina, oligarşi taraftarlarıyla demokrasi yanlıları arasında şiddetli çekişmelere sahne olmaktaydı. Yönetimi ellerinde bulunduran ve içlerinde Platon’un akrabalarının da bulunduğu oligarşi yanlıları, zaman zaman aşırı şiddete başvurmakta ve Sokrates’i de suçlarına alet etmeye çalışmaktaydı. Kısa süre sonra demokratlar iktidarı ele geçirince Sokrates, sorumluluğu bulunmayan suçlardan dolayı kovuşturmaya uğradı ve Atina gençliğini sapkın inanışlara davet ettiği gerekçesiyle yargılanarak idam edildi. Platon, bu sarsıcı olay esnasında henüz düşünsel bakımdan yeni serpilmekte olan bir gençti. Hocasının duruşmalarını ve idam sürecini yakından izledi ve bu şahitliğin, düşünceleri üzerinde derin etkileri oldu. O güne dek Atina’da siyasi bir kariyer yürütmeyi düşünen Platon, hocasının idamından sonra bu isteğinden vazgeçti ve yaşamının sonuna dek kararlı bir demokrasi karşıtı oldu. Platon bu olaydan sonra kendisini ağırlıklı olarak felsefi meselelere verdi. Bu yıllarda Mısır’a bir seyahat yaptığına ve bu seyahatten çok etkilendiğine ilişkin rivayetler varsa da bunun doğruluğu tartışmalıdır. Ama kırk yaşından önce Güney İtalya’ya gittiği ve orada yaygın bir bilinirliğe sahip olan Pythagorasçı öğretilerden etkilendiği tartışma götürmez görünmektedir. Yine bu tarihlerde Siraküza Tiranı Dionysos tarafından Sicilya’ya çağırılmış ama yaşadığı anlaşmazlıklar nedeniyle çok geçmeden adayı terk etmek zorunda kalmıştır. MÖ 387/388 dolaylarında Atina’da Akademia isimli bir okul kurarak felsefe,matematik, geometri, astronomi ve fizik eğitimi vermeye başladı. Bu okul, onun gerek yaşam öyküsünde gerek düşünce dünyasında yeni bir dönemin başlangıcı oldu ve daima Batı düşüncesinin ilk büyük akademisi olarak anıldı. Aristoteles ile olan hoca öğrenci ilişkisi de bu kurum çatısı altında gelişti. Sicilya’ya düzenlediği ve her seferinde hayal kırıklığıyla sonuçlanan birkaç seyahat bir tarafa bırakılırsa Platon, Akademideki düşünsel etkinliğini MÖ 348 dolaylarındaki ölümüne dek sürdürdü. Platon ardında, hemen hepsi diyalog biçiminde kaleme alınmış otuzun üzerinde eser bırakmıştır. Antikçağ ya da Ortaçağ kaynaklarında kendisine göndermede bulunulup da günümüze erişmemiş olan hiçbir eseri yoktur. Zaman içinde, Platon’un kendisine ait olmayıp ona atfedilen bazı sahte diyaloglar da yazılmışsa da Platoncu düşüncede ağırlıklı yeri olan eserlerin neredeyse tamamının Platon’a ait olduğunda kuşku yoktur. Platon EserleriGünümüze ulaşan eserlerinin öncelik sonralık sıralarını belirlemek güç olsa da gerek eserlerinde kullanılan dilin özellikleri, gerek düşüncelerinin gelişim seyri, gerek çeşitli kaynaklarda yer alan göndermeler göz önünde bulundurulduğunda onları şu şekilde gruplamak mümkündür; Sokratik Dönem Eserler:Gençlik yıllarında yazdığı ve hocası Sokrates’in etkilerini doğrudan yansıtan eserlerdir.
Geçiş Dönemi Eserleri:Hocasının etkisinden sıyrılarak kendi özgün görüşlerini geliştirmeye başladığı eserlerdir.
Olgunluk Dönemi Eserleri:Platon’un özgün felsefi görüşlerinin zengin bir dille kaleme alındığı ve Platoncu söylemin doruğuna ulaştığı eserlerdir.
Yaşlılık Dönemi Eserleri:Platon’un öğretilerini çeşitli yönlerden sınamaya ve sorgulamaya giriştiği son dönem eserleridir.
Bu sıralama Platon’un sadece başlıca eserlerini içermektedir ve kesin eserlerin sıralarını belirlemek hâlâ tartışmalı bir konudur.
Parmenides Kimdir? Parmenides'in Yaşamı...Parmenides’in ortaya koyduğu felsefe, Elea adı verilen bölgede etkinlik göstermiş olması nedeniyle Elea felsefesi olarak anılır. Elea felsefesi belli bir çerçeve içinde İtalya’daki Pitagoras okulunun fikir olarak devamıdır. O dönemde felsefe yapabilmek için belli bir güce sahip olmak gerekmekteydi. Parmenides aristokrat aileden gelen biri olarak bu güce sahipti. Felsefenin kendisinden sonraki yönelimlerini büsbütün değiştirecek son derece önemli bir anlayış ortaya koyarak yeni düşünüş tarzlarının ortaya çıkmasına sebebiyet verecek yeni bir yol açtı. Parmenides’ten önceki filozoflar var olan sorunu üzerinde uğraşmışlardı. Var olan, mevcut olan bir şeydir. Zaten Elealılar da bu noktayı yakalamışlardır. Ama Parmenides’ten öncekilerin düşüncelerinde bazı açık noktalar bulunmaktaydı. Parmenides’ten önceki filozofların üzerinde ittifak ettikleri bazı temel görüşler bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi: Yokluktan var olan meydana gelmeyeceği, hiçlikten varlık ortaya çıkmayacağı, var olan bir şeyin de asla yok olmayacağı yönündeki görüştür. Elea felsefesi de bu temel görüşte bir değişiklik yapmadı. Yani onlara göre de madde ezelî ve ebedî idi. Parmenides öncesi düşünürlerin bir diğer önemli görüşleri ise her şeyin kökeninin tek bir maddeden gelmiş olduğu yolundaki savdı. Bu görüşe göre evrendeki görünür çokluğun tamamı bu tek kökenden meydana gelmektedir. Yani birden çok meydana gelmektedir. Parmenides’ten önceki düşünürlerin üçüncü genel anlayışları ise birden çoka geçişte (ki evren dediğimiz yapı bu çokluğun meydana getirdiği bir bütündür) bir değişim olduğu görüşüydü. Bu görüşe göre evrendeki her varlık, toprak, su, hava ve ateş denen temel unsurları n herhangi birinden ya da hepsinden bir şekilde meydana gelmiştir. Değişim, ortaya bir çeşitlilik, yeni bir şey çıkarmaktadır. Bu, Antik Yunan düşüncesindeki büyük değişme tablosudur. Bu tabloda değişme daha önce var olmayan bir şeyin sonradan ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Elbette değişim, bunun tersine bir süreci de kapsar ve böylece var olan bir şeyin sonradan ortadan kalkması da yine bu değişimin sonuçlarından biri olabilir. İşte Elea felsefesi, bu değişim esaslı evren tablosundaki bazı çelişkilerden doğmuştur. Elealı Parmenides burada uygulamalı felsefe dediğimiz etkinliğe bir geçiş yapmıştır. Parmenides FelsefesiParmenides’in temel iddiası, kendisinden önceki düşünürlerin ileri sürdükleri bu üç savın ya da öncülün aynı anda doğru sayılması durumunda ortaya tutarsız bir sonucun çıkacağı yönündedir. Ona göre eğer her şey ezelî ve ebedî ise, hiçbir şey vardan yok olmaz, yoktan var olmaz ise, değişme denen şey de herhangi şeyin kaybolup yeni bir şey olması ise o hâlde değişme yoktur. Çünkü buradaki ara öncül ile sonuç tutarsızdır. Parmenides’in burada mantıksal bir düşünme ortaya koyduğunu görmekteyiz. Deneyden yola çıkmak yerine mantıkla hareket etmekte ve argümanlı bir düşünce ortaya koymaktadır. Kendisinden önceki düşünürlerin görüşlerini, onların kendi temel kabullerine göre çürütmektedir. Buradan hareketle ikinci konuya geçmektedir: Her şey “bir” ise bu bir nasıl çoğalacaktır? Parmenides’e göre “bir”den “çok” çıkması imkânsızdır. Bu noktada Parmenides’in temel savlarını bir liste hâlinde ortaya koymakta yarar var:
a) Her şey ezelî ve ebedîdir. Yoktan varlık, varlıktan yokluk meydana gelmez, b) Her şey “bir”dir ve sadece “bir” vardır. Bundan hareketle: c) Değişme yoktur. Buradaki “bir” bir küredir. Toprak, hava, su ateş gibi bir şey değildir. Parmenides’in yöneldiği başlıca sorun değişim ya da oluş sorunuydu ve Parmenides kendisinden önceki filozofların, kendi ileri sürdükleri argümanlara dayanarak değişimin imkânsız olduğunu göstermeye çalışmıştı. Değişme Antik Yunanca’da kinesis sözcüğüyle ifade edilmekteydi. Kinesis sözcüğü ise şu anlamlara gelmekteydi: 1. Mekândaki yer değiştirme (hareket), yani bir yerden bir yere gitmek. 2. Niceliksel değişme, yani herhangi bir şeyin çoğalıp azalması. 3. Niteliksel değişme, yani bir şeyin özelliklerinin değişmesi. 4. Herhangi bir şeyin özünün değişmesi, bir şeyden başka bir şeye dönüşmesi. Parmenides’e göre aslında her türden değişim ya da hareket görünüşün aldatıcılığından gelmekteydi. Yani evrene baktığımızda duyularımıza sürekli değişip durduğu yolunda bir görüntü sunabilir fakat bu görüntü aldatıcıdır. Parmenides’in bu konuda iki temel savı bulunmaktadır; a) Görünüş (değişme) aldanıştır. Görünüş zihnimizin yarattığı bir dünyadır, b) Gerçek ise değişmez. Gerçeği akılla kavrarız. Aklı olan insan gerçeğin değişmediğini, herhangi bir çokluk içermediğini, bir olduğunu kavrar. Duyular (aisthesis) ise aldanıştır. Var olmayan şeyleri varmış gibi gösterirler. Parmenides bu görüşleriyle felsefe tarihine bazı yeni sorun alanları kazandırmıştır. Bunlardan ilki birlikçokluk problemidir. Birlikten ya da tek bir kökenden nasıl olmaktadır da evrendeki bütün bu çokluk, bu farklı şeyler ortaya çıkabilmektedir? Bir nesne nasıl olmaktadır da birçok yerde bulunabilmektedir? Bu aşamaya kadar nesne ile nitelik arasında bir ayrım yapılmakta ve nesnesi olmayan bir varlı k düşünülememekteydi. Elealılardan sonra ise değişmenin tanımı değişmiş ve nesne ile nitelik arasında bir ayrım yapılmaya başlanmıştır. Bu ayrıma göre nesne niteliklerin taşıyıcısıdır. Bu anlamda bir nesne sadece bir yerde bulunur. Belli bir kütlesi, ağırlığı vardır. Bunun üzerinde ise nitelikler vardır ve nitelik nesneden bağımsız bir hâlde bulunmaz. Görünüş ile gerçekliği birbirinden ayıran, görünüşün tamamen duyusal ve aldatıcı olduğunu, değişim fikrinin de böyle duyusal bir aldanıştan kaynaklandığını düşünen Parmenides, gerçekliği düşünce ile âdeta özdeşleştirerek bir adım daha ileri atmıştı. Çokluğun da tıpkı değişim gibi tamamen duyuları n bir aldatması olduğunu düşündüğü için çokluğu tümden reddetmek yoluna gitmiş, her şeyin Bir olduğunu söyleyen bir varlık anlayışı ileri sürmüştü. Parmenides’ten sonra felsefe, birlik-çokluk ilişkisine odaklanmış ve bu ilişki sorununu belli bir çözüme kavuşturmaya çalışmıştır. Bundan sonraki felsefelerde “bir”in (gerçek) değişmez olduğu kabul edilecek fakat çokluğun değiştiği söylenecektir. Çokluk görünüştür ve görünüş değişir. Bir olan ise gerçek olanla özdeştir. Gerçek değişmez ve hakiki olandır, akılla kavranır. Görünüş ise algıyla kavranır. Elealılardan sonraki felsefenin en temel problemlerinden biri de gerçeklik ile görünüşü ayırmak ve doğa bilimlerine giden yolu açmak olacaktır. Parmenides’in bir diğer önemli koyutu da düşünce ile gerçekliğin özdeşleştirilmesidir. Ona göre düşündüğümüz her şey vardır ve var olmayan bir şey ne düşünülebilir ne de konuşulabilir. Ona göre felsefesinin birinci temeli budur. Düşünmek bir hüküm vermektir (logostur). Buradaki düşünme psişik anlamda değil. Logos, konuşma, düşünme ve cümle anlamlarına gelir. Bu da yargıdır. Konuşmak hüküm vermektir. Hüküm vermek ise bir yüklemdir. Bu yüzden yüklemi ve bu yükleme konu olan bir nesnesi olmayan herhangi bir düşünme ve cümle olamaz. Bu tabloda yanlış hüküm vermek var olmayan bir şeye hüküm vermektir. Var olmayan bir şey hakkında konuşulamayacağına göre yanlış konuşmak mümkün değildir. Burada var olmak ile düşünmek arasında güçlü bir bağ kurulduğu görülmektedir. Parmenides’in sorduğu en önemli sorulardan biri de “nesne, obje nedir?” sorusudur. Felsefenin asıl konusu budur. “Nesne nedir?” ile “Var olan nedir?” soruları aslında aynı kapıya çıkarlar. Burada kullanılan nesne ifadesi sadece fiziksel olan bir şeye işaret etmez. Nesne elle tutulur, gözle görülür demek değildir. Bu tanım bir kısım nesnelerin tanımıdır, özellikleridir. Elle tutulup gözle görülür olma niteliklerdir. Nitelikler renk, koku, tat, sertlik, yumuşaklık, şekil, ses ve kütledir. Nitelikleri de kendi içinde ayırmak gerekir. Bazı nitelikler nesnenin temel özellikleridir, bazıları nesneye yapışıktır. Bir nesneyi renksiz düşünebiliriz ama bir rengi nesnesi olmadan düşünemeyiz. Renk muhakkak herhangi bir şeydir. Kırmızı bir nesne düşünebiliriz ama kırmızılığın kendisini nesnesiz olarak bilemeyiz. Tek başına gerçek bir varlık olarak onu bilemem. Nesnenin niteliklerini birincil ve ikincil olanlar diye ikiye ayırmak mümkündür. Birincil nitelikler doğrudan doğruya nesnenin kendisine ait olan şeylerdir. Bir şey gözle görülüp elle dokunulabilir ise mutlaka belli bir mekânı doldurmalıdır. Onun doldurduğu nesneye başka bir nesne giremez. Ancak mekân içindeki boşluğa girer. Demek ki nesnenin en temel özelliği yer kaplamasıdır. Bu anlamdaki nesneye cisim ya da fizik nesne diyoruz. İkincil renk, koku, tat vb. nitelikler ancak fizik nesnelerin ikinci nitelikleridir. Üçgenlerde böyle bir ikincil nitelikler yoktur. Nesne fizik nesneden daha geniştir. Masa, ağaç, üçgen; kanatlı at, melek, bunların her biri bir var olandır. Her ne kadar bu var olanlar birbirlerinden ayrı şeylermiş gibi görünseler de hepsinde ortak olan belli özellikler olduğu kesindir. Nesnelerin en temel özellikleri var olmalarıdır. Söz konusu olan hangi nesne olursa olsun, o nesnenin her türlü özelliğini ondan alabilirsiniz ama mevcudiyetini alamazsınız. Fiziksel bir nesneyi ele alarak onu taşıdığı tüm niteliklerden bağımsız biçimde düşünmeye çalışabilirim. Nesnenin bu durumunu mantıkça ve teknikçe düşünebilirim. Örneğin bir kitabı ele alalım. Bu kitabın önce tüm niteliklerini bir kenara bırakıp salt kendiliğini ele alabilirim. Böylece rengi, dokusu vesaire olmayan salt bir kütleye dönüşecektir. Bu aşamadan sonra kitabı bu kütleden bile soyutlamaya çalışabilirim. Bu durumda o kafamda sadece bir şekle dönüşecektir. Zihinsel bakımdan aslında bu şekilden bile soyutlayabilirim onu. Bu aşamada artık kitap bir kavrama dönüşecektir. Tüm fiziksel niteliklerini yitirerek salt akılsal bir içerik hâline gelecektir. Görüldüğü üzere her türlü nitelikten, kütleden, şekilden soyutlandığı hâlde kitap kavramı salt düşünsel bir şey olarak bile olsa mevcudiyetini koruyabilmektedir. Demek ki kitap denen nesneden her türlü özelliği alınabilir ama varlığı yani mevcudiyeti daima kalacaktır. O hâlde bir kez var olmuş bir nesnenin varlığını bir daha asla elinden alamazsınız. İşte Parmenides’e göre bir nesnenin en önemli özelliği onun varlığıdır, var olmasıdır. Bu noktada var olmayan bir şey asla düşünülemez ve Parmenides’e göre ne kadar ad varsa o kadar da nesne vardır. Bu noktadan bakınca düşünebildiğim her şey bir var olandır. Varlık anlamında bunların hepsi aynıdır. Felsefenin bu noktada nesnenin nitelikleriyle değil, doğrudan varlığıyla uğraştığı görülmektedir. Nesnenin nitelikleri ile doğa bilimleri uğraşı r. Parmenides’in burada felsefeyi doğa bilimlerinden ayırdığını söyleyebiliriz. Bu aşamadan sonra onun felsefesinin en temel sorusu var olmak nedir sorusu olmaktadır. Var olanlar arasındaki fark nedir? Platon’dan önceki düşünürlerin hiçbiri bir kalemin var olması ile bir sayının var olması arasındaki farkı ortaya koymamış, tüm varlıkları aynı düzlemde düşünmüşlerdir. Sorunun çözümsüzlüğünün temel sebebi nesneyi nitelikleriyle düşünmüş olmalarıdır. Öyleyse Parmenides’e göre; 1. Düşünebildiğim, hayal edebildiğim her şey vardır. 2. Düşünebildiklerimin, hayal edebildiklerimin dışına çıkmam. 3. Bunlar vardır, ama gerçek midir? Gerçek olsa bile fiziksel olarak gerçek midir? Parmenides, felsefesini bu yolla çiziyor. Ona göre konu, var olan ve nesne aynı şeydir. Parmenides’e göre bir nesnenin en temel özelliği var olması olsa da Parmenides bu var olmanın hangi anlamda olduğunu söylememiştir. Yani fizik nesne midir, hayal midir, mitolojik, teorik, zihinsel ya da inanma nesnesi midir? Bunu ortaya koymamıştır. Bunların ortak özelliği var olmaktır. Var olmasını sağlayan şey de düşünmedir. Yani düşünmek ile var olmak bu noktada özdeştir. Parmenides, buradan hareketle felsefesini inşa etmiştir. Buna göre, düşündüğüm her şey var olandır ve bu da gerçektir. Ama ne tür bir gerçek olduğu ortaya konmamıştır. Yine de Parmenides bir nesneyi niteliksiz bir biçimde düşünebileceğimizi ortaya koyarak yıllar sonra matematik felsefesine ya da bilim felsefesine vardıracak olan yolu açmıştır. Parmenides’in felsefeye olan en önemli katkılarından biri de kavramsal düşünmeye giden yolu açmış olmasıdır. Parmenides “var olmayan bir şey düşünülemez” diyerek gerçekliği ve düşünceyi özdeşleştirdiğinde kavramlar dünyasının kapılarını da aralamış oldu. Böylece biz nesnelerin nitelikleriyle algısıyla değil kavramıyla uğraşırız. Nesnelerin nitelikleri ya da algısı kişiden kişiye göre değişen, duyusal temelde ortaya çıkan aldatıcı bir görünüşten ibaretken kavram aklın bir ürünü, bir soyutlamasıdır. Parmenides bu noktada iki tür dünya olduğunu söyler: 1. Düşünülebilir dünya, yani akla dayanan, akılla kavranan dünya. Bu dünya kuşkusuz gerçekliğin dünyasıdır. Varlık gerçektir. Gerçek ise düşünülebilir olandır ve akılla (noesis) özdeştir. 2. Gerçek olmayan, hakiki olmayan, kendi başına bir mevcudiyeti bulunmayan alan, yani görünüş alanı. Görünüş bizim duyulamamızın, algılamamızın yani zihnimizin yarattığı bir durumdur, bir vehimdir. Zihnin bir hayali ürünüdür. Burada dünyaya ya da doğaya yönelişin iki biçimi ortaya konuyor gibidir. Doğaya duyularıyla yönelen biri aldanacak, doğada bir çokluk ve değişim olduğu yanılgısına kapılacaktır. Oysa ona aklıyla yönelen biri değişim ve çokluğu yadsıyacak ve gerçekliğin bilgisine ulaşabilecek, varlığı bir bütün, Bir olarak kavrayacaktır. Oysa görünüşler tam anlamıyla sanal bir dünyadır ve bunların gerçeklik zemini yoktur. Gerçekten onların görüntüsü bana bağlıdır. Görünüşler insan dünyasının ürettiği bir dünyadır. Bu noktada felsefe tarihinde başından beri su altından giden görünüş ve gerçek ayrımı belirmektedir. Parmenides, algıdan hareketle nesnelerin değiştiğini söyleyemezsiniz, demektedir. Görünüş dünyasının sahte olmadığını ve görünüş dünyasında hareketin sahte olmadığını kanıtlamalıyız. Bu noktada konu aynı zamanda bilgisel bir boyut da kazanmaktadır. Bu esasa göre nesneleri iki bakımdan kendimize konu ediniriz: 1. Bilgisel yönden 2. Varlıksal yönden Bilgisel yönden bir nesneyi konu etmek, onun ne olduğunu bilmektir. Nesnenin ne olduğunu bilmek ise onu bir kavramın altına düşürebilmektir. Nesneyi tanımla, kavramla çerçeve içine almaktayız. Bilgisel olarak nesne tanımına ve kavramına sahip olduğumuz her şeydir. Tanımına ve kavramına sahip olduğumuz nesneye şey deriz. Şey herhangi bir şekilde mevcut, nesne ise artık tanımını bildiğimiz şeydir. Varlıksal yönden nesneye yaklaştığımızda önce reel ya da gerçek nesne diye bir tanım açarız. Gerçek nesne nedir? Var olabilmek için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan nesnedir, yani kendi başına mevcut olan, biz onu düşünsek de düşünmesek de var olmaya devam eden nesnedir. Ne, kendi başına varlıksa o gerçek nesnedir. Kendi başına var olan nesnelerin birinci grubuna yer kaplayan var olanları koyuyoruz. Yani hiçbir insan bulunmasa da bu nesnelerin mevcudiyeti devam edecektir. Bu anlamda bir grup filozof için fizik nesneler gerçektir. Bunlara fizikalist, realist filozoflar deriz. Bazı filozoflar bunları kabul etmemekte kimi de kabul etmeden gerçek nesneye geometrik ya da kavramsal nesneleri koymaktadırlar. Bu düşünürlere göre mesela üçgenler de onları düşünmesek bile mevcutturlar. Çünkü onlar psikolojik olarak düşünmemizden bağımsızdırlar. Bazı filozoflar soyut dediğimiz birtakım matematiksel, geometrik nesnelerin gerçek olduğunu söylerler. Bunlar onları algılamamızdan bağımızdır, derler. Bunlara ideal nesne diyelim. İdeal nesnenin en temel özelliği yer kaplamamalarıdır, mekânları vardır ama yerleri yoktur. Mesela Kant matematik nesnelerin mekânı zamandır, der. O hâlde daha derli toplu bir anlayış için kaç tür nesne olduğunu başlıklar hâlinde kısaca görelim: 1. Fizik Nesneler: Bunlar cisim selliklerinden dolayı kendi başlarına mevcutlar ama bunların ikinci nitelikleri algılayana bağlıdır. 2. İdeal Nesneler: Bunlar fizik bir mekânı kaplamazlar ama en az onlar kadar bir mevcudiyetleri vardır. Fizik nesnelerle ideal nesnelerin varoluş tarzları farklıdır. 3. Zihinsel Nesneler: Birisinin bendeki tasavvurudur. Bu tasavvur kendi başına nesne değil benim onu düşünmeme bağlıdır. Ben ölünce tasavvurum benimle birlikte ölür. Zihinsel nesnelerin en önemli özelliği, onları algılayana bağlı olmasıdır. Bunlar varlıklarını benim onları düşünmeme borçlular. Bunların ikinci özellikleri başkalarına kapalıdır. Objektif değildir. Fizik nesne herkesin tasavvuruna açıktır ama zihinsel nesne benden başkasının tasavvuruna açık değildir. Bu anlamdaki tasavvurlar benim üzerime etki eden fizik nesneye bağlı ama ortaya çıkışları benim algılamama bağlıdır. 4. Hayalî Nesneler: Yani hayali varlıklar var. İnsan türünün zaman içinde gerek edebiyat gerek sanat gerekse mitoslarda yarattığı varlıklardır. Zihinsel tasavvurum bana ait, ama kanatlı at tasavvuru bana ait değildir. Bunlar insan zihninin uzun yıllar boyunca yarattığı objelerdir (nesnelerdir). Nesne deyince elimizde birden fazla elemanı olan bir küme var. Nesne fizik nesne ile özdeş değil. Fizik nesne sadece duyularımıza, algılarımıza konu olurlar ve mevcudiyetleri yer kaplamalarına bağlıdır. Demek ki nesne kavramı daha geniştir. 5. Dinî Nesneler: Bu beş çeşit nesnenin ortak özelliği onların mevcudiyetidir ve Parmenides, düşündüğüm her şey vardır derken bu nesneler arasında hiçbir ayrım yapmamıştır. O hâlde onun nesne anlayışının, bütün bu ayrımlara sahip olan bizlerinkinden farklı olduğunu kabul etmek durumundayız. Parmenides varlıkla temasımız bakımından iki yol olduğunu söyler. İlki her şeyin öyle olduğunu sanan ölümlülerin yolu, diğeri ise her şeyin iç yüzünü araştıran ve düşünmesini bilen filozofların yolu ya da Tanrıların yoludur. Varlığı düşünmenin de bu tabloya uygun olarak iki yolu vardır: Hakikat yolu ve Sanı yolu. Hakikat yolu akıl ile kavranır. Sanı yolu ise aisthesis (duyum) ile kavranır. Parmenides bu hakikat yolu anlayışı ile kendisinden öncekilerin mantıksal argümanlardan ya da akıl yürütmelerden yola çıkmak yerine gözlemlerden yola çıkarak yaptıkları felsefeyi yeni bir yola sokmuş oldu. Ondan önce filozofların gözünde varlığın bir görünüşü vardı. Görünüş değişen, hareketli ve çokluk göstermekteydi. Varlığı n aslı esası ya suydu ya havaydı ya ateş ya da apeirondu. Bunlar değişmezdi ve hep aynı kalmaktaydı. Ondan öncekiler hakikat algıyla kavranmaz diyorlardı. Fakat yine de hakikati, örneğin su kavramında olduğu gibi, algıda karşımıza çıkan bir şey olarak sunmaktaydılar. Parmenides algıdan yola çıkılarak felsefe kavranamaz diyerek aklı felsefe yapmanın merkezine koymuş ve aklın çokluğu ve değişimi reddettiğini göstermiştir. Parmenides’ten sonraki filozoflar değişime yeniden yer açabilmek için onu varlığı n yokluk, yokluğun da varlık olması olarak anlamak yerine, zaten mevcut olan şeylerin bir araya gelip ayrışmaları olarak anlamak yoluna gitmişlerdir. Hareketi kurtarabilmek için bu çerçevede kalınca da varlık anlayışlarında monist görüşten çokçu görüşe geçmek zorunda kalmışlardır. Bir anlamda varlığı çoğaltmışlardır. Örneğin; Empedokles, evrenin temel unsurlarının sayısını birden dörde çıkarmış (toprak, su, hava ve ateş) ve değişmenin tanımını değiştirmiştir. Değişim, bu dört temel unsurun yer değiştirmesi ya da biraya gelip ayrışmasıdır. Dört unsur değişik biçimlerde kombinezonlar oluştururlar ama miktarları her seferinde yine aynıdır. Bu kombinezonlar değiştikçe farklı nesneler ortaya çıkar. Mesela bir insan toprak, hava, su ve ateşin belli bir oranda meydana getirdiği bir nesnedir. Eğer o ölürse kaybolan onun meydana getirdiği kombinezondur. Empedokles’in bu çözüm önerisi hem değişmeksizin kalan bir temel unsur sağlamakta (dört unsurun kendileri değişmezler, toprak daima toprak, su daima su olarak kalır) ama aynı zamanda onları belli oranlarda birleştirip ayrıştırmak suretiyle değişim ve hareketi de mümkün kılmaktadır. Daha sonra göreceğimiz gibi Anaksagoras ve Demokritos da aynı yoldan giderek değişim ile değişmezliği uzlaştırmaya çalışmışlardır. Parmenides’ten sonraki filozofların çözümüne yöneldikleri ikinci önemli sorun ise yanlış konuşmanın imkânı sorunudur. Daha önce görüldüğü üzere Parmenides gerçeklikle düşünceyi özdeşleştirmiş, her düşüncenin gerçeği dile getirdiğini, yanlış konuşmanın ise ancak olmayan bir şeyi konuşmak anlamına gelebileceğini, olmayan şey de konuşulamayacağına göre yanlış konuşmanın mümkün olmadığını iddia etmekteydi. Bu sonucun bir diğer ifadesi ise “düşündüğüm her şey doğrudur” ifadesidir. Bu problem Yunan felsefesinde anlam probleminin ortaya çıkmasına yol açmıştı r. Bu öncüldeki var olma kavramı deşilmiş, bu kavramdan hareketle sofistlerin felsefesi ortaya çıkmıştır. Örneğin Sofist Gorgias, Parmenides’in dediği türden bir hakikat yoktur. Olsa bile biz bunu duyularımızla bilemezdik ve aktaramazdık. Platon, Sofist, Theaitetos ve Kratylos isimli eserlerinde yanlış konuşma sorununu çözmeye çalışmıştır. Ona göre artık yanlış düşünmek objeler arasındaki bağları yanlış kurmaktır. Yanlışlık yargıda ortaya çıkar. A, B’dir, dediğimiz sürece yanlış ve doğru ortaya çıkar. Yanlış konuşmak iki ayrı kavramı birbirine uygun olmayan bir şekilde bağlamaktır. Böylece Platon’a göre yanlış düşünmek, Parmenides’te olduğu gibi var olmayan bir şeyi söylemek değil, uygun olmayan bir özne-yüklem bağı kurmaktır. Elealı Parmenides, birçok bakımdan Antik Yunan düşüncesinde bir dönüm noktasıdır. Artık rastgele konuşma dönemi kapanmış, görüşlerimizi mantıksal argümanlarla temellendirmek zarureti doğmuştur. Parmenides’in açtığı yol, belirli bir çerçeve içinde Platon’a kadar devam etmiştir. Parmenides’te varlık soyut değil, kütlesel ve küresel bir varlıktır. Varlığı dev bir nikel küre gibi düşünüyorlar, dışı yok. Bu anlamda her şey bir doluluktur. Varlık dediği bir doluluk kümesidir, yani boşluk yoktur. Artık Parmenides ile birlikte felsefe bir doğa felsefi olmaktan çıkıp bir metafizik ve ontoloji hâline gelmeye başlamıştır. Filozofların konusunu fizik nesneler değil, var olanlar çekmeye başlamıştır. Var olan nedir sorusu artık felsefinin gündemine girmiştir. Daha önce fizik nesne, doğa nedir sorusu vardı. Şimdi ise varlık nedir sorusu vardır. Fransız aydınlanmasının önde gelen temsilcilerinden biri de 1689-1755 yılları arasında yaşayan Montesquieu’dur. Siyaset ve hukuk felsefecisi ve toplumsal konularda etkili bir eleştirmen kimliği ile belirginleşmiştir. Fransa’nın güney batısındaki Brede şatosunda doğdu. Babası aristokrat sınıfından bir subaydı. Katolik Juilly kolejinde okuduktan sonra Bordo Parlementosunda görev aldı. Bu arada İngiltere’de Büyük Devrimin (1688-1689) ardından parlementer monarşiye geçilmesiyle birlikte oluşan göreli özgürlük ortamını yakından izleyerek hayranlık duydu. Fransa’da XIV. Louis, uzun bir saltanattan sonra 1715’te ölmüş, yerine XV. Louis geçmişti. Yönetim anlayışında hiçbir reform olmaması kendisini rahatsız etmiş, İngiltere’deki reformcu anlayıştan etkilenerek Fransa’nın devlet düzenine karşı eleştirel yazılar yazmıştır. Söz konusu etkiler altında kaleme aldığı ilk yapıtı, 1721 tarihli İran Mektupları’dır. Fransa’daki politik koşullar, toplum yapısındaki ve kilise düzenindeki ussallık dışı ögeler eleştirilmektedir. 1734’te Romalıların Görkem ve Yozluklarının Nedenleri Üzerine İrdelemeler, 1748’de ise başyapıtı olan Yasaların Ruhu yayımlandı. Yapıt hızlı bir etki yarattı. Fransa’da hem rejim yandaşları, hem de karşıtları tarafından düşmanca karşılandı. Katolik kilisesi yapıtı mahkûm etti ve 1751’de yasaklı yapıtlar listesine aldı. Buna karşılık Avrupa’nın geri kalanın da ve İngiltere’de övgüyle karşılandı. Montesquieu, Yasaların Ruhu’nda karşılaştırmalı toplum, hukuk ve yönetim tarzları incelemesine girişir. Bu açıdan çalışmanın karşılaştırmalı toplumbilimsel gözlem olarak da özel bir yeri vardır. Ancak yapıtta amacı topladığı çok sayıda tikel olguyu kaydetmek ya da betimlemek değildi; bu veriler aracılığıyla toplumsal, politik ve hukuksal fenomenleri aydınlatmak istiyordu. İncelemeleri sonunda toplumsal olguları yöneten birtakım evrensel ilkeler ya da yasalar bulunduğu sonucuna varmıştır. Bu ilkelere kendiliğinden uyan tekil durumlar olduğunu öne sürmektedir. Tüm ulusların tarihi de bu evrensel yasaların sonucu olarak tezahür etmektedir. Her özel yasa da daha genel olan bir başka yasaya bağlı görünmektedir. Montesquieu böylece öne sürdüğü toplum, yönetim biçimi ve hukuk öğretisi bakımından daha çok tarihsel verilerden çıkardığı genellemelerle belirginleşmektedir. Bu şekilde yaklaşımı olgu toplayan bir bilim adamından ziyade bir tarih felsefecisi bakış açısıyla oluşmuştur: Buna göre, söz gelimi, değişik toplumlardaki değişik pozitif hukuk sistemleri,yörenin iklimi, ekonomik koşulları, insanların yaşam biçimi yönetim biçimlerinin doğası ve ilkeleri tarafından belirlenmektedir. Bu koşulların bütünlüğü ona göre yasaların ruhunu oluşturmaktadır. Montesquieu ilk olarak yasaların hükümetle ilişkilerinden söz eder. Ona göre cumhuriyetçi, monarşik ve despotik olmak üzere üç yönetim biçimi vardır. Bir cumhuriyet yönetimi demokratik bir nitelikte olabilir: Bu durumda halkın istenci yönetim erkini, bir başka deyişle en üstün gücü elinde tutuyor demektir. Cumhuriyet yönetimi bir aristokrasi biçiminde de olabilir. Bu durumda halkın sadece bir bölümü yönetim erkini elinde bulundurabilir. Monarşi yönetim biçiminde prens, devleti belli temel yasalarla uyum içinde yönetir. Kuşkusuz kendisine yardımcı ara güçler de vardır. Despotik bir devlette ise böyle temel yasalar yoktur. Bu şekilde yönetilen ülkelerde dinin etkisi fazladır. Din hükümleri yasaların yerini almış olarak görünür; dine daha yakın olarak, gelenek ve göreneklerin de yasa ayarında etkili olması çok rastlanan bir durumdur. Cumhuriyetçi hükümetin etik ilkesi yurttaşlık erdemidir. Monarşik hükümetinki onur, despotizminki ise korkudur. Montesquieu’ya göre, bu hükümet biçimleri ve bunların ilkeleri verildiğinde belli yasal sistem tarzları yürürlükte olacaktır. Kuşkusuz bu yönetim biçimleri tam da burada betimlendiği biçimde olgusallaşmış olmayabilir: Hatta bazıları bu sınıflamayı tarihsel verilerle desteklenmediğini öne sürerek yapay bir sınıflama diyerek eleştirmişlerdir. Ne var ki bu sınıflama olabilecek olanı ya da olması gerekeni göstermektedir. Söz gelimi, belli bir cumhuriyette insanların erdemli oldukları değil, ama olmaları gerektiği imlenmektedir. Belli bir monarşide ise insanların bir onur duygusu taşıdıkları ya da taşımaları imlenmekte ve tikel bir despotik devlette ise insanların korku duygusu taşıdıklarını değil, ama taşıyor olmaları doğal olur biçiminde bir anlam çıkmaktadır. Yasa koyucu yasaların olgusal yönetim biçimine karşılık düşmesini sağlamaya çalışacaktır. Ama zorunlulukla karşılık düşmeleri çok zor olabilir ya da gerçekleşmeyebilir. Yasaların belirlenmesinde iklimin ve ekonomik koşulların da önemli etkileri olduğu Montesquieu’nun temel tezlerinden biridir. Çünkü iklim bir halkın karakter ve heyecan yapısının biçimlenişinde etkili olmaktadır. Örneğin bu açıdan Norveç halkının karakteri ile İspanyol halkınınki aynı değildir. Dolayısıyla yasalar o halkın karakter yapısına öyle uygun olmalıdır ki, bir başka toplumun yasalarına uyarlanması söz konusu olmamalıdır. Kuşkusuz iklim koşulları ve ekonomik koşulların anlıksal hiçbir denetimi kabul etmeyecek şekilde yasaları belirleyiciliğinden söz edilmemektedir, yine de belli ölçüde etkili olacağı yadsınamaz. Bilge bir yasa koyucu, yasayı ülkenin iklim ve ekonomi koşullarına uyarlayacaktır. Burada Montesquieu’nun hukuk kuramı adına iki önemli sonucu vurgulamak gerekir. Birincisi; empirik verilerin gözlemlenmesine dayalı olarak çıkarımlanan hukuk sistemleri düşüncesidir. Tarihsel verilerden birtakım genellemeler yapıldığı dikkati çekmektedir. Bu genellemeler toplumsal ve politik yaşamın ileriye dönük bir yorumu için bir varsayım görevi görebilecektir. İkincisi; insan toplumlarında iş başında olan idealler düşüncesi bağlamında oluşturulan bir tipler kuramı karşımıza çıkmaktadır. Buna göre her politik toplumun, belli bir idealin tam olmayan bir somutlaşması olduğu düşünülebilir; Bu ideal, toplumu biçimlendirmede örtük bir etmen olarak işlev görmekte ve toplum ona ya yaklaşmakta ya da ondan uzaklaşmaktadır. Yasa koyucunun görevi bu işlevsel idealin doğasını ortaya çıkarmak ve ilerleyen yönünü de dikkate alarak yasal düzenlemeyi yapmaktır. Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, bu yaklaşım tarihsel verilere dayalı göreli bir yaklaşımdır. Bir filozofun hukuk sistemlerini karşılaştırıp değerlendirmede bulunabilmek için başvurabileceği mutlak nitelikte hiçbir ölçüt yoktur. Montesquieu, kutsal yasaları da kabul etmekteydi. Tanrı dünyanın yaratıcısı ve koruyucusu olarak fiziksel dünyayı yöneten yasaları belirlemiştir; insan da fiziksel bir varlık olarak başka cisimler gibi değişmez yasalar tarafından yönetilir. Bununla birlikte, ussal bir varlık olarak insan, çiğneme yönelimi gösterebildiği bazı yasalara da konu olabilmektedir: Bunlardan bazılarını kendisi yapmıştır bazıları ise ona bağımlı değildir. Bu son tümce ile insan eliyle konulmuş yasalara önsel olan ya da onların dışında kalan başka birtakım yasaların varlığı da imlenmektedir. Bunlar Montesquieu’nun ifadesine göre “tüm pozitif yasalara önsel olan doğa yasalarıdır. Bunların kökeni insanın fiziksel varlığıdır. Onun için bunlara doğa yasası denmektedir. Bu düşüncenin kuramın öteki yanlarıyla tutarlı olup olmadığı tartışılabilir. Ne var ki politik toplumun uyguladığı tüm pozitif yasalara önsel olan bir doğal ahlak yasasının varlığını kabul etmiş oluyordu. Şu halde pozitif hukuk yasalarını değerlendirmek için siyasi ve hukuksal kurumların deneyimci (empirik) ve tümevarımcı bir irdelenmesi gerekir. Bu karşılık doğal yasa kuramını geleneğe bağlı olarak kabul etmiştir, ama bu sisteminde iğreti bir nokta değil, somut ve esaslı bir noktadır. Montesquieu’nun kuramında bir başka önemli nokta özgürlük kavramıdır: Kendisi tam bir özgürlük yandaşı idi. Despotizme karşı olduğu için, doğal olarak özgürlükçü bir anayasanın en iyi anayasa olduğuna inanıyordu. Yasaların Ruhu’nun on birinci ve on ikinci bölümlerinde, özgürlük kavramına politik bağlamda kullanıldığı biçimiyle bir anlam vermeye ve ardından özgürlüğü güvenlik altına alacak koşulları irdelemeye girişir. Ona göre “Politik özgürlük, sınırsız bir özgürlük değildir, sadece istememiz gerekeni yapma gücünden ve istememek gerekir dediğimiz şeyi yapmaya zorlanıyor olmamaktan oluşur.” Ve yine belirtir ki, özgürlük yasaların izin verdiği her şeyi yapma hakkıdır; hiçbir yurttaş yasa onun kendi eğilimini izlemesine izin veriyorsa, o zaman tek bir tikel yolda davranmaya zorlanamaz. Hiç kimse yasaların izin verdiği sınırlar içinde davranmaktan alıkonamaz. Bundan sonra Montesquieu, politik özgürlüğün güçlerin ayrılığı ilkesini nasıl içerdiğini serimlemeye girişir: O, öncelikle yasama, yürütme ve yargı güçlerinin kesinlikle birbirlerinden ayrılmaları gerektiği önerisinde bulunur; yasal bir yönetim biçiminde bu temel erkler tek bir insanın yetkisine ya da tikel bir insan grubunun yetkisine bırakılamayacak denli önemlidirler. Bunlar birbirlerinden o şekilde bağımsız olmalıdır ki, birbirleri üzerinde denetleyici bir etkide bulunmaları önlenmiş olsun ve bu şekilde, despotizme ve gücün tiranca kullanımına karşı bir koruyuculuk görevini de yerine getirebilmiş olsunlar. Özgürlüğe ilişkin bu belirlemelerine Montesquieu, İngiliz anayasasına ilişkin irdelemeleri sonucu varmıştır. Taşıdığı özellikler nedeniyle bu anayasanın çok büyük bir hayranıydı. Yaptığı empirik araştırmalar, Çin, Yahudi, Grek, Roma gibi devletlerin anayasalarında politik özgürlüğün, İngiliz anayasasındakinin çok uzağında olduğunu göstermekteydi. Gerçekte İngiliz anayasasında “güçlerin ayrılığı” ilkesi, soyut bir ilkenin salt bir uygulanışı değil, uzun bir gelişim sürecinin sonucudur. 1688 devriminden sonra devlet yönetiminde Parlementonun üstünlüğü kabul edilmiştir ve güçlerin ayrılığı ilkesi de bunun bir sonucu olarak anayasaya girmiştir.” Yargıçlar henüz yasama erkinin oluşturduğu anlamda bir güç oluşturmuyorlardı ama tek erkin ya da bunun bakanlarının keyfi bir denetimleri altında da bulunmuyorlardı. Montesquieu’nun burada yapığı şey bu anayasanın somut özelliklerine dikkat etmek ve bunları değerlendirmekti. Kaldı ki bu ilkenin derhal kendi ülkesinde de uygulanabileceği gibi bir hayale kapılmamış, sadece yeni bir ideali vurgulamıştır. Onun bu güçleri dengeleme konusundaki görüşleri yine de hem Amerika’da hem de Fransa’da önemli bir etki yaratmıştır. Özellikle 1791 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildir gesinde politik özgürlüğe ilişkin görüşleri önemli ölçüde belirleyici olmuştur. İslam toplumunda kelâm hareketinin yanı sıra bir de felsefe hareketi başlattığı için “ilk İslam filozofu” unvanını alan Ebû Yûsuf Ya’kub b. İshak b. Sabbah el-Kindî, soylu bir ailenin çocuğu olarak Irak’ın Kûfe şehrinde doğdu. İsim zincirinde yer alan Ya’kub filozofun adı olup İshak babası, Sabbah dedesi, Ebû Yûsuf künyesi, el-Kindî ise nisbesidir. Filozofun ataları aslen Güney Arabistan’ın Kinde bölgesinden oldukları ve İslam öncesi dönemde uzun süre bu bölgenin yönetimini ellerinde bulundurdukları için Kindî nisbesiyle anılırlar. Bu aile İslam öncesinde olduğu gibi İslam sonrasında Emevî ve Abbâsî dönemlerinde önemli devlet görevleri üstlenmiş, babası İshak yıllarca Kûfe valiliği yapmıştır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmiyorsa da yapılan araştırmalar Kindî’nin dokuzuncu yüzyılın başlarında doğ muş olabileceğini göstermektedir. Kindî felsefe tarihi bakımından olduğu kadar ilim tarihi bakımından da öncü bir isimdir. Sözgelimi; yazdığı bir risalede ilk ve ortaçağda demir ve bakır gibi madenleri iksirler yoluyla altına ve gümüşe çevirmeyi amaçlayan ve asırlarca süren istismarlara yol açan simyanın, bir aldatmaca ve sözde ilim olduğunu ortaya koşmuş olması önemlidir. Ayrıca ışığın yayılma ve yansımasıyla yanan/yakan aynaların yapımına dair eserleriyle de optik alanında öncü olmuştur. Küçük yaşta babasını kaybeden Kindî’nin çocukluk ve ilk gençlik yılları Kûfe ve Basra’da geçti. Geleneksel eğitimini sürdürdüğü sırada dil ve edebiyatla yoğun bir şekilde ilgilediği bilinmektedir. Kelâm hareketinin Mu’tezile elinde bağımsız bir ilim olarak şekillendiği dönemde yaşayan Kindî’nin zihin ve diyalektik yeteneğinin gelişiminde bu ekolün Basra kolundan büyük ölçüde yararlandığı anlaşılmaktadır. Daha sonra Bağdat’a yerleşen filozof ölünceye kadar bu şehirde yaşamıştır. Kısa zamanda halife Me’mun’un takdirini kazanıp saraya kabul edilmesi, kendisine sarayda düzenlenen dinî, edebî, ilmî ve felsefi toplantı ve tartışmalara katılma, böylece çok sayıda seçkin insanı yakından tanıma imkânını sağladı. Beytülhikme kadrosuyla da yakın ilişkileri bulunan filozof, Bağ dat’ta “Kindî Kütüphanesi” adıyla anılan ve daha çok akli ilimler alanında telif ve tercüme eserlerin yer aldığı bir özel kütüphane kurmuştu. Abbasi halifelerinden yakın ilgi ve destek gören filozof, astronom ve astrolog olarak sarayda müneccimlik görevini de yürüttü. Ayrıca halife Mu’tasım’ın oğlu Ahmed’in eğitimini üstlenen Kindî, eserlerinin önemli bir kısmını aralarında hoca-talebe ilişkisinin ötesinde dostluğa dayanan bir yakınlık bulunan bu veliahdın isteği üzerine kaleme almış ve ona ithaf etmiştir. Kindî’nin doğum tarihi gibi ölüm tarihi konusunda da kesin bilgiye sahip değiliz. Filozofun vefat ettiği yıl olarak 860, 869, 870 ve 873 gibi farklı tarihler veriliyorsa da Mustafa Abdurrâzık bazı gerekçeler göstererek filozofun 866 tarihinde ölmüş olabileceğini belirtmekte; ayrıca kimi kaynaklarda ölümüne kronik romatizmal hastalıkların yol açtığı söylenmektedir. Tıp, matematik, astronomi, metafizik, siyaset, psikoloji, diyalektik, astroloji, kehânet vb. modern dönem öncesi felsefenin kapsamında yer alan gerek teorik gerekse pratik bilgi dallarının hemen hepsiyle ilgilenen Kindî, bütün alanlarda sayıları 277’yi bulan eserler kaleme almıştır. Çoğu birkaç sayfalık kitapçık yahut makale (risâle) niteliğindeki eserlerin giriş kısmındaki hitap ve dua cümleleri, filozofun bazı risâlelerini dost ve öğrencilerinin isteği üzerine yazdığını gösterir. Kindî’nin eserleri, içerikleri bakımından çeşitli sınıflandırmalara tabi tutulmuş ve buna göre çeşitli listeler oluşturularak 224 ile 281 arasında değişen sayıda kitap ve risale adına yer verilmiştir. Bu çerçevede Kindî’nin kitapları hakkında en kapsamlı çalışmayı et-Tesânîfü’l-mensûbe ilâ feylesûfi’l-Arab isimli bibliyografik eseriyle Richard J. McCarthy gerçekleştirmiş; George N. Atiyeh ise AlKindi: The Philosopher of the Arabs (Rawalpindi 1966) adlı eserinin sonunda (s. 148207) klasik kaynakların yanı sıra McCarthy’ye dayanarak sayısını 270 olarak tespit ettiği külliyatın tanıtımını yapmıştır. Abdülhâdî Ebû Rîde, Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir mecmuada (Ayasofya, nr. 4832) yer alan felsefeyle ilgili eserlerden on dördünü Resâilü’l-Kindî el-felsefiyye I (Kahire 1369/1950) başlığı altında birinci cilt olarak; üç yıl sonra da tabiat ilimleri alanına giren on bir risaleyi ikinci cilt olarak (Kahire 1372/1953) yayımlamıştır. Mahmut Kaya bu çalışmanın ilk cildinde yer alan on dört risaleyi Türkçeye çevirerek Felsefi Risaleler başlığıyla neşretmiş; daha sonra bunlara iki risale ve filozofun hikemiyyatını içeren üç kısım daha eklenerek Kindî-Felsefi Risâleler adıyla yeni baskılarını gerçekleştirilmiştir. Bu kitapta yer alan risâlelerin adları şöyledir: İlk Felsefe Üzerine, Tarifler Üzerine, Gerçek ve Mecâzî Etkin Üzerine, Âlemin Sonluluğu Üzerine, Sonsuzluk Üzerine, Allah’ın Birliğ i ve Âlemin Sonluluğu Üzerine, Oluş ve Bozuluşun Yakın Etkin Sebebi Üzerine, Göklerin Allah’a Secde ve İtaat Edişi Üzerine, Cisimsiz Cevherler Üzerine, Nefis Üzerine, Nefis Üzerine Kısa Birkaç Söz, Uyku ve Rüyanın Mahiyeti Üzerine, Akıl Üzerine, Aristoteles’in Kitaplarının Sayısı Üzerine, Beş Terim Üzerine, Üzüntüyü Yenmenin Çareleri. Karl Heinrich Marx (1818-1883) Hegel’in geniş kapsamlı idealist evren siteminin diyalektik ögesini alıkoyarak maddeci temellerde yepyeni ve kuşatıcı bir evren sistemi geliştirdi. Hegel’in baş üzerinde durduğunu öne sürerek onu ayakları üzerine oturtmanın gerçeklikle bağdaşan, doğal bir girişim olacağını düşünüyordu. Bu nedenle Hegelci sistemin idealist ögesini tümüyle bir tarafa bırakarak diyalektik yöntemi maddeci temeller üzerinde uygulama yoluna gitti. Çünkü maddenin gelişim sürecinin diyalektik yasalara uygun olarak işlediğine bir biçimde inanmıştı. Marx’ın en ünlü teorileri aslında ekonomi politik alanına ilişkindir. Bu teoriler onu ayrıca büyük bir toplumbilim kuramcısı yapmıştır. Bu incelemenin sınırları içinde Marx’ın tüm alanlara ilişkin kuramlarını açımlamak olanaklı değildir. Biz burada sadece felsefeyi doğrudan ilgilendiren görüşleri üzerinde açımlama yapma yoluna gideceğiz. Bu arada Marxist öğretiyi hemen hemen birlikte kotardıkları kader arkadaşı Engels’e de bağlam içinde yer verilecektir. Karl Marx, Almanya’da Trier’ de doğdu. Yahudi bir avukatın en büyük oğludur. Babası 1816’da Luther’e hayranlığından dolayı Protestan oldu, Marx 1824’te vaftiz edildi. Babasının dinsel kanıları genelde pek derin olmadığı için, Kantçı ussalcılık ve politik liberalizm gelenekleri içinde yetiştirilmiştir. Trier’deki okul eğitiminden sonra, Bonn Üniversitesinde hukuk okumaya başladı, bir yıl sonra hukuk eğitiminden vazgeçerek, Berlin Üniversitesinde geçip felsefe eğitime başladı. 1841’de Jena Üniversitesinden doktora derecesi aldı. Tez başlığı: Demokritos ve Epiküros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Ayrım Üzerine’dir. Bundan sonra Marx, bir süre Doktorklub adlı bir grubun üyeliğini yaptıktan sonra, 1842 de Reinische Zeitung’un yayıma hazırlanmasına katkıda bulunmaya başladı. Bu görev, somut politik, toplumsal ve ekonomik sorunlar alanında hızla gelişmesine yol açtı. Bu alandaki çalışmaları onu felsefenin kuramsal olmaktan daha çok uygulamalı bir etkinlik olması gerektiği noktasına getirdi. Bunun sonucu olarak, felsefecinin görevinin sadece dünyayı anlamak olduğu biçimindeki Hegelci anlayıştan daha şimdiden uzaklaşmış görünüyordu. Tersine dünyayı anlamak artı k yeterli değildi, onu yine felsefe yoluyla değiştirmek gerekiyordu. Yine edimsel durum üzerine düşünceleri Marx’ı, Hegel’in devlet kuramına yönelik eleştirel bir tutum almaya yöneltti. 1841-1843 arasındaki bu dönemde, Hegel’in devlet kavramına karşı bir eleştiriyi Kritik des Hegelschen Staatsrechts başlığı altında yayımlamıştır. Hegel’e göre nesnel tinin diyalektik gelişiminde aile ve yurttaş toplumu sadece birer evre iken devlet, nesnel tinin en yüksek anlatımıdır ve bu nedenle “özne” dir. Aile ve toplum da onun yüklemleridir. Oysa Marx’a göre bu, doğal akışı bozmaktan başka bir şey değildir. Çünkü asıl özne olan aile ve yurttaş toplumudur. Bunlar insan toplumundaki temel olgusallıklardır. Oysa devlet soyut bir tümel, insan yaşamından ayrı ve onun üstünde duran yönetsel ve bürokratik bir kurumdur. Marx’a göre, Hegel tarafından kavrandığı biçimiyle insan devlette kendi gerçek doğasına yabancılaşmaktadır. Çünkü ‘İnsanın gerçek yaşamı devlette var oluyor.’ biçiminde düşünülmektedir, oysa Devlet bireysel insanların ve çıkarlarının karşısında ve üstünde durur, bu nedenle kamusal ve özel çıkarlar arasında bir çelişki söz konusudur. 1843 başlarında Reinische Zeitung’un yayın yaşamına yetkililer tarafından son verilince yeni bir yayımcılık girişimi amacıyla Paris’e gitti. Burada pek çok önemli kişi ile tanışmasının yanı sıra en önemlisi 1844 yılında Engels ile karşılaşmasıdır. Bilindiği gibi bu iki arkadaş diyalektik matertyalist öğretinin neredeyse aralarında ayrım gözetmeden birlikte temsilcileridir. Marx’a öğretilerini geliştirmekte madden manen yardımcı olan Friedrich Engels (1820-1895) ise zengin bir sanayicinin oğluydu. 1841 yılında askerlik görevi için Berlin’de bulunduğu sırada önce Bruno Bauer çevresi aracılığıyla idealizmi benimsedi ama çok geçmeden Feuerbach’ın yazıları aracılığıyla idealizmden maddecili ğe doğru evrildi. 1842’de babasının firması adına Manchester’a gitti. Burada toplumcu düşünürlerin görüşleriyle ilgilendi. Çeşitli alanlara ilişkin bazı önemli makaleler yayınladı. Marx ve Engels, 1844’te karşılaşmalarından sonra 1845’te Kutsal Aile’yi birlikte yazdılar. Kitap Bruno Bauer ve yandaşlarının idealizmine yöneltilmişti. Düşünce ve bilinç üzerine Bauer ve yandaşları tarafından yapılan idealist vurguyla karşıtlık içinde, Marx ve Engels, Devlet, yasa, din ve ahlak biçimlerinin sınıf savaşının evreleri tarafından belirlenmiş olduğunu savunmaktaydılar. 1845 yılında Marx Fransa’dan sınırdışı edilerek Brüksel’e gitti. Orada Feuerbach’a karşı, “Felsefecilerin dünyayı yalnızca değişik yollardan anlamaya çalıştıkları, oysa gerçek gereksinimin onu değiştirmek olduğu ünlü bildirimiyle sonlanan on bir tezini hazırladı.” Engels’in de kendisine katılımıyla 1932’ye dek yayımlanmadan kalan Alman İdeolojisi’ni yazdılar. Bu yapıtın önemi, materyalist tarih anlayışını özetlemesinden ileri gelir. Temel tarihsel olgusallık, doğadaki etkinliği içindeki toplumsal insandır. Bilinci belirleyen insandır, tersi değil. Tarihteki temel etmen maddi ve ekonomik üretim sürecidir. “Bütün tarihsel süreç diyalektik olarak proleter devrimine ve komünizmin gelişine doğru ilerlemektedir. Saltık tinin kendinin bilgisine ya da böyle başka bir felsefi yanılsamaya değil”. 1847’de Marx, Proudhon’un Sefaletin Felsefesi’ne yanıt olarak Felsefenin Sefaleti’ni Fransızca olarak yayımladı. Burada da burjuva ekonomisinin söz gelimi mülkiyet gibi değişmez kabul edilen kategorilerini eleştirmekteydi. Marx, yine 1847’de kominist Liga’ya katıldı. Engels ile birlikte hareketin temel ilkelerini ve amaçlarını özetleyen bir bildiri yazmakla görevlendirildiler. Bu şekilde ünlü Komünist Manifesto ortaya çıktı. Marx çeşitli nedenlerle bir kez daha Paris’e gitmek zorunda kaldı ama 1849’da Fransa’dan ikinci kez sınır dışı edilerek yaşamının geri kalanını geçireceği Londra’ya gitti. Burada arkadaşı Engels’den yardım alarak yaşamını sürdürdü.1859’da, Berlin’de Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’yı yayımladı. Bu da Manifesto gibi maddeci tarih anlayışının bildirimi nedeniyle önemlidir. Marx’ın ünlü çalışması Kapital’in ilk cildi 1867’de Hamburg’da çıktı. Ancak öteki ciltleri yayıma hazırlamayı tamamlayamadan 1883 yılında yaşamdan ayrıldı. İkinci ve üçüncü ciltler Engels tarafından sırasıyla 1885 ve 1894 yıllarında yayımlandı. Daha başka el yazmaları bölümler hâlinde K. Kautsky tarafından 19051910 yılları arasında yayımlandı. Bu yapıtta Marx, kapitalist sistemin uzlaşmaz bir sınıf karşıtlığını zorunlu olarak içerdiğini savunmaktadır. Engels 1878’de o zamanlar etkili bir Alman toplumcusu olan Eugen Dühring’e karşı yazmış olduğu makalelerden kimilerini Anti Dühring başlığı altında bir kitap olarak yayımladı, bölümlerden biri Marx tarafından yazılmış olan bir yazıdır. Engels, bu arada Doğanın Diyalektiği üzerine çalışıyordu. Ancak bu yapıt çeşitli nedenlerle 1925 yılında Moskova’da çıkana dek yayımlanamadı. Engels’in başka yapı tları arasında, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni önemli bir yer tutar. Bu çalışmada devletin kökenini ve sınıf ayrılıklarını özel mülkiyet kavramından türetme yolunu tutmuştur. Yine bir dizi makalesi 1888 yılında Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu başlığı altında yayımlanmıştır. Engels 1895’de yaşamdan ayrıldı. Engels ve Marx, diyalektik materyalizm öğretisini, teoride ve pratikte birlikte kotardıkları için kimi zaman ikisinin adını birlikte belirterek kimi zaman da isimlerini ayrı ayrı ifade ederek bir anlatım tarzı tuturmak doğaldır. Zaten birçok başka yapıt da bu yöntemi uygulamak zorunda kalmıştır. John Stuart Mill (1806-1873) Londra’da doğdu. Üç yaşından 14 yaşına dek babası tarafından sıkı bir eğitim programı uygulanarak yetiştirildi. Otobiyografisinde belirttiğine göre, üç yaşında Yunanca öğrenmeye başlamış, on iki yaşına geldiğinde Yunan ve Latin dillerini yazın, tarih ve matematik konularında inceleme yapabilecek düzeyde öğrenmiş bulunuyordu. Aynı dönemde, ekonomi politik üzerine de yetkin bir eğitim aldığını belirtmektedir. Bu arada Adam Smith ve Ricardo’yu da incelemekten geri durmamış. 1820 yılında Fransa’ya giderek Fransız dilini ve yazınını inceledi. Bu arada pek çok liberal düşünür ve ekonomistle ilişki kurdu. Ayrıca Monpellier’de kimya, zooloji, mantık ve yüksek matematik derslerini izledi. 1821yılında Mill İngiltere’ye döndü ve John Austin (1790-1859) ile birlikte Roma hukukunu incelediler. Bunun yanı sıra Bentham felsefesi ile yakından ilgilenmeye başlamıştı. John Austin ve kardeşi Charles’ın aracılığıyla yararcı çevrelerle tanıştı. 1822 de kendisi de bir yararcı çevre kurdu. Üç yıl boyunca bu çevrede yararcı etkinliğini sürdürdü. 1823’te Mill babasının aracılığıyla East India Company’de bir büro memurluğuna yerleştirildi. Burada uzun yıllar çalıştıktan sonra 1856’da iyi bir ücret ile büronun başına geçti. Ne babasını ne de kendisi hiçbir zaman için üniversitelerde görev almış değiller. Mill’in ilk önemli yazı denemeleri 1824 yılında Westminster Review kurulduktan sonra bu dergiye gönderdiği yazıları ile yaptığı katkılardır. 1825’te Bentham’ın beş ciltlik Rationale of Evidence (Kanıt Gerekçesi) adlı önemli yapıtını düzeltmeyi üstlendi, bu çalışması bir yıl sürdükten sonra, yapıt 1826 yılında yayımlandı. Bu arada bir zihin yorgunluğu hisseden Mill bir süre dinlenmeye çekildi. Bu sırada belki de konu değiştirmenin kendisine iyi geleceğini düşündüğü için Coleridge ve Carlyle gibi şairlerin yapıtlarıyla ilgilendi ve Bentham’ın “Tüm şiir yanılsamalı sunumdur.” deyişinden etkilenmiş biri olarak neredeyse şiiri doğrulayıcı bir noktaya geldiğini Otobiyografisinde itiraf etmiştir. Ama yine de hiçbir zaman için yararcılığın dışında kalan herhangi bir tarafta yer almadı. 183031’de Politik Ekonominin Kimi Çözülmemiş Soruları Üzerine Denemeler’i yazdı. Ancak sayıca beş olan bu denemeler 1844 yılına dek yayımlanamamıştır. 1843 yılında Ünlü Mantık Sistemi adlı yapıtı yayımlandı. Bu yapıtı yazarken ünlü pozitivist Augusta Comte’la yazışma olanağı bulmuştur. Çünkü Comte’un Pozitivist Felsefe Üzerine Dersler adlı temel yapı tının ilk ciltlerinden yararlanmıştır. 1848’de Politik Ekonominin İlkeleri’ni yayımladı. 1859’da Özgürlük Üzerine, 1861’de Temsili Hükumet Üzerine İrdelemeler’ini, 1863’te Yararcılık (Utilitarianism) başlıklı çalışmasını yayımladı. Sir William Hamilton’un Felsefesinin Bir İncelemesi başlıklı çalışması ve Auguste Comte ve Pozitivism başlıklı bir inceleme 1865 yılında yayımlandılar. 1868’de England and Ireland adlı bir yapıt yayınladı. Yapıt İrlanda dışında ilgi görmedi. Çünkü İngiliz Hükumetinin İrlanda politikasını kınayan bir çalışma idi. Mill 8 Mayıs 1873 yılında Avignon’da ölmüştür. Savlar ve Tartışmalar adlı yapıtı 1859-1875 yılları arasına çıkmıştır. Din Üzerine Üç Deneme başlıklı yazısı ve Otobiyografi’si 1874’te ölümünden yayınlanmıştır. |
Kategori
All
|