Parmenides Kimdir? Parmenides'in Yaşamı...Parmenides’in ortaya koyduğu felsefe, Elea adı verilen bölgede etkinlik göstermiş olması nedeniyle Elea felsefesi olarak anılır. Elea felsefesi belli bir çerçeve içinde İtalya’daki Pitagoras okulunun fikir olarak devamıdır. O dönemde felsefe yapabilmek için belli bir güce sahip olmak gerekmekteydi. Parmenides aristokrat aileden gelen biri olarak bu güce sahipti. Felsefenin kendisinden sonraki yönelimlerini büsbütün değiştirecek son derece önemli bir anlayış ortaya koyarak yeni düşünüş tarzlarının ortaya çıkmasına sebebiyet verecek yeni bir yol açtı. Parmenides’ten önceki filozoflar var olan sorunu üzerinde uğraşmışlardı. Var olan, mevcut olan bir şeydir. Zaten Elealılar da bu noktayı yakalamışlardır. Ama Parmenides’ten öncekilerin düşüncelerinde bazı açık noktalar bulunmaktaydı. Parmenides’ten önceki filozofların üzerinde ittifak ettikleri bazı temel görüşler bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi: Yokluktan var olan meydana gelmeyeceği, hiçlikten varlık ortaya çıkmayacağı, var olan bir şeyin de asla yok olmayacağı yönündeki görüştür. Elea felsefesi de bu temel görüşte bir değişiklik yapmadı. Yani onlara göre de madde ezelî ve ebedî idi. Parmenides öncesi düşünürlerin bir diğer önemli görüşleri ise her şeyin kökeninin tek bir maddeden gelmiş olduğu yolundaki savdı. Bu görüşe göre evrendeki görünür çokluğun tamamı bu tek kökenden meydana gelmektedir. Yani birden çok meydana gelmektedir. Parmenides’ten önceki düşünürlerin üçüncü genel anlayışları ise birden çoka geçişte (ki evren dediğimiz yapı bu çokluğun meydana getirdiği bir bütündür) bir değişim olduğu görüşüydü. Bu görüşe göre evrendeki her varlık, toprak, su, hava ve ateş denen temel unsurları n herhangi birinden ya da hepsinden bir şekilde meydana gelmiştir. Değişim, ortaya bir çeşitlilik, yeni bir şey çıkarmaktadır. Bu, Antik Yunan düşüncesindeki büyük değişme tablosudur. Bu tabloda değişme daha önce var olmayan bir şeyin sonradan ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Elbette değişim, bunun tersine bir süreci de kapsar ve böylece var olan bir şeyin sonradan ortadan kalkması da yine bu değişimin sonuçlarından biri olabilir. İşte Elea felsefesi, bu değişim esaslı evren tablosundaki bazı çelişkilerden doğmuştur. Elealı Parmenides burada uygulamalı felsefe dediğimiz etkinliğe bir geçiş yapmıştır. Parmenides FelsefesiParmenides’in temel iddiası, kendisinden önceki düşünürlerin ileri sürdükleri bu üç savın ya da öncülün aynı anda doğru sayılması durumunda ortaya tutarsız bir sonucun çıkacağı yönündedir. Ona göre eğer her şey ezelî ve ebedî ise, hiçbir şey vardan yok olmaz, yoktan var olmaz ise, değişme denen şey de herhangi şeyin kaybolup yeni bir şey olması ise o hâlde değişme yoktur. Çünkü buradaki ara öncül ile sonuç tutarsızdır. Parmenides’in burada mantıksal bir düşünme ortaya koyduğunu görmekteyiz. Deneyden yola çıkmak yerine mantıkla hareket etmekte ve argümanlı bir düşünce ortaya koymaktadır. Kendisinden önceki düşünürlerin görüşlerini, onların kendi temel kabullerine göre çürütmektedir. Buradan hareketle ikinci konuya geçmektedir: Her şey “bir” ise bu bir nasıl çoğalacaktır? Parmenides’e göre “bir”den “çok” çıkması imkânsızdır. Bu noktada Parmenides’in temel savlarını bir liste hâlinde ortaya koymakta yarar var:
a) Her şey ezelî ve ebedîdir. Yoktan varlık, varlıktan yokluk meydana gelmez, b) Her şey “bir”dir ve sadece “bir” vardır. Bundan hareketle: c) Değişme yoktur. Buradaki “bir” bir küredir. Toprak, hava, su ateş gibi bir şey değildir. Parmenides’in yöneldiği başlıca sorun değişim ya da oluş sorunuydu ve Parmenides kendisinden önceki filozofların, kendi ileri sürdükleri argümanlara dayanarak değişimin imkânsız olduğunu göstermeye çalışmıştı. Değişme Antik Yunanca’da kinesis sözcüğüyle ifade edilmekteydi. Kinesis sözcüğü ise şu anlamlara gelmekteydi: 1. Mekândaki yer değiştirme (hareket), yani bir yerden bir yere gitmek. 2. Niceliksel değişme, yani herhangi bir şeyin çoğalıp azalması. 3. Niteliksel değişme, yani bir şeyin özelliklerinin değişmesi. 4. Herhangi bir şeyin özünün değişmesi, bir şeyden başka bir şeye dönüşmesi. Parmenides’e göre aslında her türden değişim ya da hareket görünüşün aldatıcılığından gelmekteydi. Yani evrene baktığımızda duyularımıza sürekli değişip durduğu yolunda bir görüntü sunabilir fakat bu görüntü aldatıcıdır. Parmenides’in bu konuda iki temel savı bulunmaktadır; a) Görünüş (değişme) aldanıştır. Görünüş zihnimizin yarattığı bir dünyadır, b) Gerçek ise değişmez. Gerçeği akılla kavrarız. Aklı olan insan gerçeğin değişmediğini, herhangi bir çokluk içermediğini, bir olduğunu kavrar. Duyular (aisthesis) ise aldanıştır. Var olmayan şeyleri varmış gibi gösterirler. Parmenides bu görüşleriyle felsefe tarihine bazı yeni sorun alanları kazandırmıştır. Bunlardan ilki birlikçokluk problemidir. Birlikten ya da tek bir kökenden nasıl olmaktadır da evrendeki bütün bu çokluk, bu farklı şeyler ortaya çıkabilmektedir? Bir nesne nasıl olmaktadır da birçok yerde bulunabilmektedir? Bu aşamaya kadar nesne ile nitelik arasında bir ayrım yapılmakta ve nesnesi olmayan bir varlı k düşünülememekteydi. Elealılardan sonra ise değişmenin tanımı değişmiş ve nesne ile nitelik arasında bir ayrım yapılmaya başlanmıştır. Bu ayrıma göre nesne niteliklerin taşıyıcısıdır. Bu anlamda bir nesne sadece bir yerde bulunur. Belli bir kütlesi, ağırlığı vardır. Bunun üzerinde ise nitelikler vardır ve nitelik nesneden bağımsız bir hâlde bulunmaz. Görünüş ile gerçekliği birbirinden ayıran, görünüşün tamamen duyusal ve aldatıcı olduğunu, değişim fikrinin de böyle duyusal bir aldanıştan kaynaklandığını düşünen Parmenides, gerçekliği düşünce ile âdeta özdeşleştirerek bir adım daha ileri atmıştı. Çokluğun da tıpkı değişim gibi tamamen duyuları n bir aldatması olduğunu düşündüğü için çokluğu tümden reddetmek yoluna gitmiş, her şeyin Bir olduğunu söyleyen bir varlık anlayışı ileri sürmüştü. Parmenides’ten sonra felsefe, birlik-çokluk ilişkisine odaklanmış ve bu ilişki sorununu belli bir çözüme kavuşturmaya çalışmıştır. Bundan sonraki felsefelerde “bir”in (gerçek) değişmez olduğu kabul edilecek fakat çokluğun değiştiği söylenecektir. Çokluk görünüştür ve görünüş değişir. Bir olan ise gerçek olanla özdeştir. Gerçek değişmez ve hakiki olandır, akılla kavranır. Görünüş ise algıyla kavranır. Elealılardan sonraki felsefenin en temel problemlerinden biri de gerçeklik ile görünüşü ayırmak ve doğa bilimlerine giden yolu açmak olacaktır. Parmenides’in bir diğer önemli koyutu da düşünce ile gerçekliğin özdeşleştirilmesidir. Ona göre düşündüğümüz her şey vardır ve var olmayan bir şey ne düşünülebilir ne de konuşulabilir. Ona göre felsefesinin birinci temeli budur. Düşünmek bir hüküm vermektir (logostur). Buradaki düşünme psişik anlamda değil. Logos, konuşma, düşünme ve cümle anlamlarına gelir. Bu da yargıdır. Konuşmak hüküm vermektir. Hüküm vermek ise bir yüklemdir. Bu yüzden yüklemi ve bu yükleme konu olan bir nesnesi olmayan herhangi bir düşünme ve cümle olamaz. Bu tabloda yanlış hüküm vermek var olmayan bir şeye hüküm vermektir. Var olmayan bir şey hakkında konuşulamayacağına göre yanlış konuşmak mümkün değildir. Burada var olmak ile düşünmek arasında güçlü bir bağ kurulduğu görülmektedir. Parmenides’in sorduğu en önemli sorulardan biri de “nesne, obje nedir?” sorusudur. Felsefenin asıl konusu budur. “Nesne nedir?” ile “Var olan nedir?” soruları aslında aynı kapıya çıkarlar. Burada kullanılan nesne ifadesi sadece fiziksel olan bir şeye işaret etmez. Nesne elle tutulur, gözle görülür demek değildir. Bu tanım bir kısım nesnelerin tanımıdır, özellikleridir. Elle tutulup gözle görülür olma niteliklerdir. Nitelikler renk, koku, tat, sertlik, yumuşaklık, şekil, ses ve kütledir. Nitelikleri de kendi içinde ayırmak gerekir. Bazı nitelikler nesnenin temel özellikleridir, bazıları nesneye yapışıktır. Bir nesneyi renksiz düşünebiliriz ama bir rengi nesnesi olmadan düşünemeyiz. Renk muhakkak herhangi bir şeydir. Kırmızı bir nesne düşünebiliriz ama kırmızılığın kendisini nesnesiz olarak bilemeyiz. Tek başına gerçek bir varlık olarak onu bilemem. Nesnenin niteliklerini birincil ve ikincil olanlar diye ikiye ayırmak mümkündür. Birincil nitelikler doğrudan doğruya nesnenin kendisine ait olan şeylerdir. Bir şey gözle görülüp elle dokunulabilir ise mutlaka belli bir mekânı doldurmalıdır. Onun doldurduğu nesneye başka bir nesne giremez. Ancak mekân içindeki boşluğa girer. Demek ki nesnenin en temel özelliği yer kaplamasıdır. Bu anlamdaki nesneye cisim ya da fizik nesne diyoruz. İkincil renk, koku, tat vb. nitelikler ancak fizik nesnelerin ikinci nitelikleridir. Üçgenlerde böyle bir ikincil nitelikler yoktur. Nesne fizik nesneden daha geniştir. Masa, ağaç, üçgen; kanatlı at, melek, bunların her biri bir var olandır. Her ne kadar bu var olanlar birbirlerinden ayrı şeylermiş gibi görünseler de hepsinde ortak olan belli özellikler olduğu kesindir. Nesnelerin en temel özellikleri var olmalarıdır. Söz konusu olan hangi nesne olursa olsun, o nesnenin her türlü özelliğini ondan alabilirsiniz ama mevcudiyetini alamazsınız. Fiziksel bir nesneyi ele alarak onu taşıdığı tüm niteliklerden bağımsız biçimde düşünmeye çalışabilirim. Nesnenin bu durumunu mantıkça ve teknikçe düşünebilirim. Örneğin bir kitabı ele alalım. Bu kitabın önce tüm niteliklerini bir kenara bırakıp salt kendiliğini ele alabilirim. Böylece rengi, dokusu vesaire olmayan salt bir kütleye dönüşecektir. Bu aşamadan sonra kitabı bu kütleden bile soyutlamaya çalışabilirim. Bu durumda o kafamda sadece bir şekle dönüşecektir. Zihinsel bakımdan aslında bu şekilden bile soyutlayabilirim onu. Bu aşamada artık kitap bir kavrama dönüşecektir. Tüm fiziksel niteliklerini yitirerek salt akılsal bir içerik hâline gelecektir. Görüldüğü üzere her türlü nitelikten, kütleden, şekilden soyutlandığı hâlde kitap kavramı salt düşünsel bir şey olarak bile olsa mevcudiyetini koruyabilmektedir. Demek ki kitap denen nesneden her türlü özelliği alınabilir ama varlığı yani mevcudiyeti daima kalacaktır. O hâlde bir kez var olmuş bir nesnenin varlığını bir daha asla elinden alamazsınız. İşte Parmenides’e göre bir nesnenin en önemli özelliği onun varlığıdır, var olmasıdır. Bu noktada var olmayan bir şey asla düşünülemez ve Parmenides’e göre ne kadar ad varsa o kadar da nesne vardır. Bu noktadan bakınca düşünebildiğim her şey bir var olandır. Varlık anlamında bunların hepsi aynıdır. Felsefenin bu noktada nesnenin nitelikleriyle değil, doğrudan varlığıyla uğraştığı görülmektedir. Nesnenin nitelikleri ile doğa bilimleri uğraşı r. Parmenides’in burada felsefeyi doğa bilimlerinden ayırdığını söyleyebiliriz. Bu aşamadan sonra onun felsefesinin en temel sorusu var olmak nedir sorusu olmaktadır. Var olanlar arasındaki fark nedir? Platon’dan önceki düşünürlerin hiçbiri bir kalemin var olması ile bir sayının var olması arasındaki farkı ortaya koymamış, tüm varlıkları aynı düzlemde düşünmüşlerdir. Sorunun çözümsüzlüğünün temel sebebi nesneyi nitelikleriyle düşünmüş olmalarıdır. Öyleyse Parmenides’e göre; 1. Düşünebildiğim, hayal edebildiğim her şey vardır. 2. Düşünebildiklerimin, hayal edebildiklerimin dışına çıkmam. 3. Bunlar vardır, ama gerçek midir? Gerçek olsa bile fiziksel olarak gerçek midir? Parmenides, felsefesini bu yolla çiziyor. Ona göre konu, var olan ve nesne aynı şeydir. Parmenides’e göre bir nesnenin en temel özelliği var olması olsa da Parmenides bu var olmanın hangi anlamda olduğunu söylememiştir. Yani fizik nesne midir, hayal midir, mitolojik, teorik, zihinsel ya da inanma nesnesi midir? Bunu ortaya koymamıştır. Bunların ortak özelliği var olmaktır. Var olmasını sağlayan şey de düşünmedir. Yani düşünmek ile var olmak bu noktada özdeştir. Parmenides, buradan hareketle felsefesini inşa etmiştir. Buna göre, düşündüğüm her şey var olandır ve bu da gerçektir. Ama ne tür bir gerçek olduğu ortaya konmamıştır. Yine de Parmenides bir nesneyi niteliksiz bir biçimde düşünebileceğimizi ortaya koyarak yıllar sonra matematik felsefesine ya da bilim felsefesine vardıracak olan yolu açmıştır. Parmenides’in felsefeye olan en önemli katkılarından biri de kavramsal düşünmeye giden yolu açmış olmasıdır. Parmenides “var olmayan bir şey düşünülemez” diyerek gerçekliği ve düşünceyi özdeşleştirdiğinde kavramlar dünyasının kapılarını da aralamış oldu. Böylece biz nesnelerin nitelikleriyle algısıyla değil kavramıyla uğraşırız. Nesnelerin nitelikleri ya da algısı kişiden kişiye göre değişen, duyusal temelde ortaya çıkan aldatıcı bir görünüşten ibaretken kavram aklın bir ürünü, bir soyutlamasıdır. Parmenides bu noktada iki tür dünya olduğunu söyler: 1. Düşünülebilir dünya, yani akla dayanan, akılla kavranan dünya. Bu dünya kuşkusuz gerçekliğin dünyasıdır. Varlık gerçektir. Gerçek ise düşünülebilir olandır ve akılla (noesis) özdeştir. 2. Gerçek olmayan, hakiki olmayan, kendi başına bir mevcudiyeti bulunmayan alan, yani görünüş alanı. Görünüş bizim duyulamamızın, algılamamızın yani zihnimizin yarattığı bir durumdur, bir vehimdir. Zihnin bir hayali ürünüdür. Burada dünyaya ya da doğaya yönelişin iki biçimi ortaya konuyor gibidir. Doğaya duyularıyla yönelen biri aldanacak, doğada bir çokluk ve değişim olduğu yanılgısına kapılacaktır. Oysa ona aklıyla yönelen biri değişim ve çokluğu yadsıyacak ve gerçekliğin bilgisine ulaşabilecek, varlığı bir bütün, Bir olarak kavrayacaktır. Oysa görünüşler tam anlamıyla sanal bir dünyadır ve bunların gerçeklik zemini yoktur. Gerçekten onların görüntüsü bana bağlıdır. Görünüşler insan dünyasının ürettiği bir dünyadır. Bu noktada felsefe tarihinde başından beri su altından giden görünüş ve gerçek ayrımı belirmektedir. Parmenides, algıdan hareketle nesnelerin değiştiğini söyleyemezsiniz, demektedir. Görünüş dünyasının sahte olmadığını ve görünüş dünyasında hareketin sahte olmadığını kanıtlamalıyız. Bu noktada konu aynı zamanda bilgisel bir boyut da kazanmaktadır. Bu esasa göre nesneleri iki bakımdan kendimize konu ediniriz: 1. Bilgisel yönden 2. Varlıksal yönden Bilgisel yönden bir nesneyi konu etmek, onun ne olduğunu bilmektir. Nesnenin ne olduğunu bilmek ise onu bir kavramın altına düşürebilmektir. Nesneyi tanımla, kavramla çerçeve içine almaktayız. Bilgisel olarak nesne tanımına ve kavramına sahip olduğumuz her şeydir. Tanımına ve kavramına sahip olduğumuz nesneye şey deriz. Şey herhangi bir şekilde mevcut, nesne ise artık tanımını bildiğimiz şeydir. Varlıksal yönden nesneye yaklaştığımızda önce reel ya da gerçek nesne diye bir tanım açarız. Gerçek nesne nedir? Var olabilmek için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan nesnedir, yani kendi başına mevcut olan, biz onu düşünsek de düşünmesek de var olmaya devam eden nesnedir. Ne, kendi başına varlıksa o gerçek nesnedir. Kendi başına var olan nesnelerin birinci grubuna yer kaplayan var olanları koyuyoruz. Yani hiçbir insan bulunmasa da bu nesnelerin mevcudiyeti devam edecektir. Bu anlamda bir grup filozof için fizik nesneler gerçektir. Bunlara fizikalist, realist filozoflar deriz. Bazı filozoflar bunları kabul etmemekte kimi de kabul etmeden gerçek nesneye geometrik ya da kavramsal nesneleri koymaktadırlar. Bu düşünürlere göre mesela üçgenler de onları düşünmesek bile mevcutturlar. Çünkü onlar psikolojik olarak düşünmemizden bağımsızdırlar. Bazı filozoflar soyut dediğimiz birtakım matematiksel, geometrik nesnelerin gerçek olduğunu söylerler. Bunlar onları algılamamızdan bağımızdır, derler. Bunlara ideal nesne diyelim. İdeal nesnenin en temel özelliği yer kaplamamalarıdır, mekânları vardır ama yerleri yoktur. Mesela Kant matematik nesnelerin mekânı zamandır, der. O hâlde daha derli toplu bir anlayış için kaç tür nesne olduğunu başlıklar hâlinde kısaca görelim: 1. Fizik Nesneler: Bunlar cisim selliklerinden dolayı kendi başlarına mevcutlar ama bunların ikinci nitelikleri algılayana bağlıdır. 2. İdeal Nesneler: Bunlar fizik bir mekânı kaplamazlar ama en az onlar kadar bir mevcudiyetleri vardır. Fizik nesnelerle ideal nesnelerin varoluş tarzları farklıdır. 3. Zihinsel Nesneler: Birisinin bendeki tasavvurudur. Bu tasavvur kendi başına nesne değil benim onu düşünmeme bağlıdır. Ben ölünce tasavvurum benimle birlikte ölür. Zihinsel nesnelerin en önemli özelliği, onları algılayana bağlı olmasıdır. Bunlar varlıklarını benim onları düşünmeme borçlular. Bunların ikinci özellikleri başkalarına kapalıdır. Objektif değildir. Fizik nesne herkesin tasavvuruna açıktır ama zihinsel nesne benden başkasının tasavvuruna açık değildir. Bu anlamdaki tasavvurlar benim üzerime etki eden fizik nesneye bağlı ama ortaya çıkışları benim algılamama bağlıdır. 4. Hayalî Nesneler: Yani hayali varlıklar var. İnsan türünün zaman içinde gerek edebiyat gerek sanat gerekse mitoslarda yarattığı varlıklardır. Zihinsel tasavvurum bana ait, ama kanatlı at tasavvuru bana ait değildir. Bunlar insan zihninin uzun yıllar boyunca yarattığı objelerdir (nesnelerdir). Nesne deyince elimizde birden fazla elemanı olan bir küme var. Nesne fizik nesne ile özdeş değil. Fizik nesne sadece duyularımıza, algılarımıza konu olurlar ve mevcudiyetleri yer kaplamalarına bağlıdır. Demek ki nesne kavramı daha geniştir. 5. Dinî Nesneler: Bu beş çeşit nesnenin ortak özelliği onların mevcudiyetidir ve Parmenides, düşündüğüm her şey vardır derken bu nesneler arasında hiçbir ayrım yapmamıştır. O hâlde onun nesne anlayışının, bütün bu ayrımlara sahip olan bizlerinkinden farklı olduğunu kabul etmek durumundayız. Parmenides varlıkla temasımız bakımından iki yol olduğunu söyler. İlki her şeyin öyle olduğunu sanan ölümlülerin yolu, diğeri ise her şeyin iç yüzünü araştıran ve düşünmesini bilen filozofların yolu ya da Tanrıların yoludur. Varlığı düşünmenin de bu tabloya uygun olarak iki yolu vardır: Hakikat yolu ve Sanı yolu. Hakikat yolu akıl ile kavranır. Sanı yolu ise aisthesis (duyum) ile kavranır. Parmenides bu hakikat yolu anlayışı ile kendisinden öncekilerin mantıksal argümanlardan ya da akıl yürütmelerden yola çıkmak yerine gözlemlerden yola çıkarak yaptıkları felsefeyi yeni bir yola sokmuş oldu. Ondan önce filozofların gözünde varlığın bir görünüşü vardı. Görünüş değişen, hareketli ve çokluk göstermekteydi. Varlığı n aslı esası ya suydu ya havaydı ya ateş ya da apeirondu. Bunlar değişmezdi ve hep aynı kalmaktaydı. Ondan öncekiler hakikat algıyla kavranmaz diyorlardı. Fakat yine de hakikati, örneğin su kavramında olduğu gibi, algıda karşımıza çıkan bir şey olarak sunmaktaydılar. Parmenides algıdan yola çıkılarak felsefe kavranamaz diyerek aklı felsefe yapmanın merkezine koymuş ve aklın çokluğu ve değişimi reddettiğini göstermiştir. Parmenides’ten sonraki filozoflar değişime yeniden yer açabilmek için onu varlığı n yokluk, yokluğun da varlık olması olarak anlamak yerine, zaten mevcut olan şeylerin bir araya gelip ayrışmaları olarak anlamak yoluna gitmişlerdir. Hareketi kurtarabilmek için bu çerçevede kalınca da varlık anlayışlarında monist görüşten çokçu görüşe geçmek zorunda kalmışlardır. Bir anlamda varlığı çoğaltmışlardır. Örneğin; Empedokles, evrenin temel unsurlarının sayısını birden dörde çıkarmış (toprak, su, hava ve ateş) ve değişmenin tanımını değiştirmiştir. Değişim, bu dört temel unsurun yer değiştirmesi ya da biraya gelip ayrışmasıdır. Dört unsur değişik biçimlerde kombinezonlar oluştururlar ama miktarları her seferinde yine aynıdır. Bu kombinezonlar değiştikçe farklı nesneler ortaya çıkar. Mesela bir insan toprak, hava, su ve ateşin belli bir oranda meydana getirdiği bir nesnedir. Eğer o ölürse kaybolan onun meydana getirdiği kombinezondur. Empedokles’in bu çözüm önerisi hem değişmeksizin kalan bir temel unsur sağlamakta (dört unsurun kendileri değişmezler, toprak daima toprak, su daima su olarak kalır) ama aynı zamanda onları belli oranlarda birleştirip ayrıştırmak suretiyle değişim ve hareketi de mümkün kılmaktadır. Daha sonra göreceğimiz gibi Anaksagoras ve Demokritos da aynı yoldan giderek değişim ile değişmezliği uzlaştırmaya çalışmışlardır. Parmenides’ten sonraki filozofların çözümüne yöneldikleri ikinci önemli sorun ise yanlış konuşmanın imkânı sorunudur. Daha önce görüldüğü üzere Parmenides gerçeklikle düşünceyi özdeşleştirmiş, her düşüncenin gerçeği dile getirdiğini, yanlış konuşmanın ise ancak olmayan bir şeyi konuşmak anlamına gelebileceğini, olmayan şey de konuşulamayacağına göre yanlış konuşmanın mümkün olmadığını iddia etmekteydi. Bu sonucun bir diğer ifadesi ise “düşündüğüm her şey doğrudur” ifadesidir. Bu problem Yunan felsefesinde anlam probleminin ortaya çıkmasına yol açmıştı r. Bu öncüldeki var olma kavramı deşilmiş, bu kavramdan hareketle sofistlerin felsefesi ortaya çıkmıştır. Örneğin Sofist Gorgias, Parmenides’in dediği türden bir hakikat yoktur. Olsa bile biz bunu duyularımızla bilemezdik ve aktaramazdık. Platon, Sofist, Theaitetos ve Kratylos isimli eserlerinde yanlış konuşma sorununu çözmeye çalışmıştır. Ona göre artık yanlış düşünmek objeler arasındaki bağları yanlış kurmaktır. Yanlışlık yargıda ortaya çıkar. A, B’dir, dediğimiz sürece yanlış ve doğru ortaya çıkar. Yanlış konuşmak iki ayrı kavramı birbirine uygun olmayan bir şekilde bağlamaktır. Böylece Platon’a göre yanlış düşünmek, Parmenides’te olduğu gibi var olmayan bir şeyi söylemek değil, uygun olmayan bir özne-yüklem bağı kurmaktır. Elealı Parmenides, birçok bakımdan Antik Yunan düşüncesinde bir dönüm noktasıdır. Artık rastgele konuşma dönemi kapanmış, görüşlerimizi mantıksal argümanlarla temellendirmek zarureti doğmuştur. Parmenides’in açtığı yol, belirli bir çerçeve içinde Platon’a kadar devam etmiştir. Parmenides’te varlık soyut değil, kütlesel ve küresel bir varlıktır. Varlığı dev bir nikel küre gibi düşünüyorlar, dışı yok. Bu anlamda her şey bir doluluktur. Varlık dediği bir doluluk kümesidir, yani boşluk yoktur. Artık Parmenides ile birlikte felsefe bir doğa felsefi olmaktan çıkıp bir metafizik ve ontoloji hâline gelmeye başlamıştır. Filozofların konusunu fizik nesneler değil, var olanlar çekmeye başlamıştır. Var olan nedir sorusu artık felsefinin gündemine girmiştir. Daha önce fizik nesne, doğa nedir sorusu vardı. Şimdi ise varlık nedir sorusu vardır.
0 Comments
|
Kategori
All
|